Bize Ulaşın
e-Ansiklopedi.Com
Adres: İstasyon mah, Özenli sok, No 6-B, Kapı Nu 5, Tuzla/İstanbul
Telefon: +90 (541) 473 08 29
Mail: iletisim@eansiklopedi.com
Yeryüzü, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren insanın varoluşunu tamamladığı ve devamlılığını sağladığı kadim şehirler ile doludur. İnsanoğlu kendi yaşam serüvenini inşa ettiği şehirler ve medeniyetler ile sağlamıştır. Şehir demek medeniyet demektir. Medeniyet kurmak zor ve sancılı bir tecrübe gerektirmektedir. Bu vesile ile insanoğlu tarafından kurulan şehirler; bir milletin ruhunun, hayat tecrübesinin, maddi ve manevi kültürünün yaşadığı ve hâkim olduğu yerlerdir. Her şehrin bir ruhu vardır. Şehre hâkim olan toplulukların dini ve milli değerleri o şehri anlamlandırır ve ulvîleştirir.
Kudüs’te yeryüzünde inşa edilen, değeri ve önemini asırlarca kaybetmeyen ender kadim şehirlerden birisidir. Kudüs’ü anlamlı ve önemli kılan başta İslamiyet olmak üzere semavi dinlerin ona atfettiği kutsallık ile birlikte siyasi, sosyal ve ekonomik yönleridir.
Kudüs tarihi süreçte birçok farklı dini ve etnik unsura ev sahipliği yapmış, birçok köklü kültürün barındığı ve iç içe yaşadığı bir şehir olmuştur. Sahip olduğu maddi ve manevi zenginliği nedeniyle birçok hükümdar ve devletin sahip olmak ve yönetmek istediği, bu uğurda da ciddi mücadelelere giriştiği bir şehirdir.
Kadim şehir Kudüs üç büyük semavi dinin izlerini taşımaktadır. Müslümanlar için ilk kıble, Museviler için Süleyman Tapınağının merkezi, Hristiyanlar için ise dünyanın merkezi ve Mesih’in ikinci kez döneceği yer olarak kabul edilmektedir.
Tarihi süreçte iki defa yok edilmiş, 23 defa işgal edilmiş, 52 defa saldırıya uğramış ve 44 defa da ele geçirilip tekrar kurtarılmış bir şehirdir Kudüs.
Müslümanlar tarafından Kudüs 638’de fethedildi. Rivayete göre Kudüs piskoposu Sophronius şehrin anahtarını sadece halifeye teslim edeceğini beyan etmiş ve bunun üzerine halife Hz. Ömer bizzat Kudüs’e gelerek şehri teslim almıştır. Tarihte “Ömer Fermanı” olarak bilinen ve inanç özgürlüğünün ile hoşgörünün emsali olan fermanı bu vesile ile burada yayınlanmıştır.
Müslüman yönetimi altında Kudüs en parlak dönemini yaşamıştır. Emevîler döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devletin merkezini Dımaşk’a nakletmesinden sonra Kudüs’ün önemi daha da artmıştır. Şehir Müslümanlar tarafından imar edilmiş, tarihine ve şanına yaraşır şekilde bir şehir olarak tüm imkanlar ile donatılmıştır. En önemli imar faaliyeti şüphesiz Emeviler döneminde inşa edilen Kubbetü’s-sahra ve bu dönemde tekrar tamir ve inşa edilen Mescid-i Aksâ olmuştur.
Malazgirt savaşı sonrası Anadolu’da güçlenen Müslüman Türk varlığı karşısında büyük bir telaşa ve endişeye kapılan başta Roma İmparatorluğu ve Kilise tarihe Haçlı Seferleri olarak geçecek büyük bir girişimi başlatmış oldular. Bütün Avrupa uluslarının vatandaşlarından oluşan ve eşsiz imkanlar ile donatılmış tarihin görebileceği en muazzam orduları meydana getirdiler. Bu muazzam ordunun en büyük gayesi Anadolu’da Türk varlığına son vermek ve başta Kudüs olmak üzere Müslümanların elinde bulunan kendi kadim kutsal şehirlerini tekrardan ele geçirmekti.
Haçlı ordusu 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü ele geçirerek burada bir Latin Krallığı ve papalığa bağlı bir kilise kurdu. Haçlılar başta evlerde ve camilerde olmak üzere şehirde ne kadar kadın, erkek ve çocuk varsa öldürdüler. Mescid-i Aksâ’ya sığınmış olan halkıda kılıçtan geçirdiler. Yaşanan bu facianın görgü tanığı olan tarihçi Raimundus, mâbedlerin bulunduğu bölgeye giderken cesetlerin ve dizlerine kadar çıkan kan birikintilerinin içinden geçmek zorunda kaldığını ifade etmiştir. Katliamda ölenlerin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte dönemin kaynaklarında Müslüman ve Musevilerin nüfusunun hemen hepsinin kılıçtan geçirildiği belirtilmektedir. Latin Krallığının egemenliği Kudüs’ün en karanlık dönemlerinden birini teşkil etmiştir.
Müslümanlar şehre tekrar sahip olmak için birçok askeri harekât düzenlediler ve kuşatmalarda bulundular. Müslümanlar ve Krallık Ordusu arasından birçok kez münferit çatışmalar yaşanmaktaydı. Son olarak Krallık Ordusunu bağlı bulunan askerlerin Müslüman kervanına saldırması sonucunda sabrı taşan Selâhaddin, 4 Temmuz 1187’de Hittîn mevkiinde yapılan savaşta Kudüs krallık ordusunu yok etti ve Kudüs üzerine yürüdü.
Bu sefer sırasında Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs’ün tarihi ve dini önemini aksettiren şu sözleri tarihe geçmiştir:
“Kudüs’ün, Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeyi muhasara etmek ve savaşın gerektirdiği yollarla şehre hücum etmek ve girmek istemiyorum.”
Eyyübi yönetimi altında Kudüs’te huzur ve refah hâkim oldu. Şehir eski günlerindeki gibi sosyal, siyasi ve ekonomik dirliğe tekrar ulaştı. Böylelikle şehir yaklaşık 145 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmiş oldu.
İlerleyen yıllarda Suriye topraklarında hüküm süren bir diğer Türk devleti olan Memlüklüler ile Eyyübiler arasında şehir birkaç kez el değiştirse de son olarak Abbâsî Halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın aracılığıyla Suriye’deki Eyyûbîler ve Memlükler arasında yapılan barış antlaşması ile Kudüs Memlükler’e bırakıldı. Memlüklüler’in Kudüs siyaseti de daha önceki Müslüman devletlerin izlediği politikalara benzer bir seyir izlemiştir. Memlüklülerde Türk-İslam mührünü Şehre vurmuşlar, şehrin imarı ve ihyası için gereken tüm donanımı sağlamışlardır.
XVI. asra gelindiğinde en parlak dönemini yaşayan Osmanlı devleti ve onun meşhur hükümdarı Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkmış ve Mercidâbık’ta Memlükler’e karşı zafer kazanmasının akabinde Kudüs Osmanlı Türkler’inin eline geçmiş oldu. Kudüs yaklaşık 4 asır Osmanlı yönetiminde kaldı ve Osmanoğulları da Kudüs’e tarihi önemine binaen gereken desteği ve önemi verdiler.
XX. asra gelindiğinde ise Birinci Dünya Savaşı’nın menfi sonuçlanması ve Osmanlı Devlet’inin inkıraza uğraması sonucunda Kudüs’te “Manda Yönetimi” hâkim oldu. Yahudi nüfusunun bu bölgeye ve şehre göçü hızlanmış ve ardından ilan edilen Balfour Deklarasyonu ile de Yahudi siyasi varlığı İngiltere tarafından bu bölgede desteklenmiş oldu.
Bu tarihten itibaren Kudüs günümüze kadar devam edecek olan sorunların yaşandığı karanlık bir şehir hüviyeti kazandı. Müslüman nüfus göç ettirilmeye zorlanmış, Müslüman ibadethaneleri zarar görmüş ve İsrail’in ardı arkası kesilmeyen zulümleri Kudüs’ü acı bir vatana dönüştürmüştür.
Kudüs başta Müslümanlar olmak üzere Müslüman yönetimi altında yaşanmış olan tarihteki parlak ve refahı yüksek günlerini tekrardan beklemektedir.
Umut Güner
İnsan toplumsal bir varlıktır. Yaşam serüvenini toplumsal aidiyet bağı ile güçlendirir. İnsan yaşamında toplumsallaşmanın en temel koşulu aile olmaktır. Aile insanlık tarihi kadar kadim bir yapıdır. Tarihi süreçte insanoğlunu birleştiren, bütünleştiren ve bir arada yaşama tecrübesini ona kazandıran güçlü akrabalık ilişkileri ve aile bağı olmuştur.
Aile kavramı ve içeriği esasında kültürel bir durumu da belirtir. Her toplumun, coğrafyanın ve kültürün kendi aile kavramı söz konusudur. Aile o kültürün değer ve yargıları ile oluşur ve biçimlenir. İnsanların yaşadığı topraklar, iklim özellikleri, örf ve an’aneleri, dinî inanışları ile bütün bunları kuşatan kültürleri o toplumun zihninde aile kavramına biçim verir ve sınırlarını çizer.
Tarih boyunca özellikle birtakım kültürlerin aile yaşantıları ve hukuku farklı milletlerin dikkatini çekmiş ve özel araştırma alanlarına dahil olmuştur. Bilhassa modern zamanlarda toplumbilim aileyi araştırmalarının merkezine almıştır. Aile, medeniyetin kurucu unsurlarından birini teşkil eden faktör olarak görülmüştür. Bir milletin sosyal gücü o toplumun aile yapısının ve aile bağının kadim ve güçlü olması ile belirlenmiştir.
Binlerce yıllık bir tarihi geçmiş ve köklü medeniyet temsilcisi olan Türkler ’in de aile hayatı her zaman modern araştırmacıların ilgi odağı olmuştur. Bilhassa Türkler ’in insancıl, misafirperver, koruyup-gözeten güçlü ve dirayetli bir toplum yapısına sahip olması ile tarihi başarıları aile müessesesindeki muazzam yapısı ile ilişkilendirilmiştir.
Türk milletinin aile yapısı incelendiğinde her ne kadar tarihi süreçte geniş ve farklı coğrafyalarda yaşamış olsalar da ufak farklılıklar dışında esas itibarı ile aile yapısı köklü ve değişmezdir.
Türk aile yapısı “pederi” aile olarak tanımlanmaktadır. Bu aile yapısında baba ve anne eşit haklara sahiptirler. Kadınlara ve çocuklara son derece önem verilir. Baba ailenin reisi olarak kabul edilmekle birlikte gündelik hayatta birçok hususta evin hanımına bağlı idi. Türk ailesi ekseriyetle “ata-erkil” bir yapıdadır; fakat bazı hususlarda kadına bağlılığın söz konusu olması hasebiyle “ana-erkillik” de araştırmacılar tarafından söz konusu edilmiştir. Özellikle Türk efsaneleri de Türk milletinin dişi kurttan türemesi gibi motiflerde “ana-erkillik”e atıflar olduğu ifade edilmiştir.
Türk ailesi anne, baba ve çocuklardan müteşekkil olması hasebiyle küçük aile olarak sınıflandırılır. Fakat akrabalık bağları güçlü olduğu için anne ve babanın soydaşları ile birlikte büyük bir aşiret yapısı söz konusu olmuştur. Kan bağı esastır ve birleştirici bir unsurdur. Aile bağları ile birlikte “boy” diye tabir edilen büyük akraba aile birlikleri oluşmaktadır. Ailede herkes eşit haklara sahiptir, gelir ortaktır ve mülkiyet hakkı söz konusu olmadığı için herkes mal ve mülk konusunda eşittir ve söz sahibidir.
Dilimizde mevcut bulunan “evlenme” veya “evlendirme” kelimeleri esasen tarihi süreçte genç erkek ve kadının izdivaç etmesi sonucunda baba ocağından ayrılarak yeni bir ev kurmalarını ifade eder. Özellikle dilimizde bulunan “ev-bark” tabiri de Türk aile yapısını ifade eden en güzel örneklerden birisidir. Ev ile beraber kullanılan “bark” tabiri mabet manasındadır. Çünkü Türkler evliliğe kutsallık atfetmektedirler ve yaşadıkları evi de kutsal bir mekân olarak düşünmüş ve hissetmişlerdir.
İslamî dönem ile birlikte ise Türkler’in aile yaşantısında pek bir değişiklik olduğu görülmez. Esasen İslam öncesi Türk aile yapısı ile İslam dininin öngördüğü ve Kur’an da hususları belirtilen ve sınırları çizilen aile yapısı arasında büyük farklılıklar söz konusu değildir.
Türkler zaten gelenek ve zihniyet olarak aileye dini bir hüviyet kazandırmışlardı. Aile kutsal ve değerli idi. Bu sebeple Türkler’in İslamlaşması ile birlikte zaten dini bir kimliği söz konusu olan aile İslamiyet ile birlikte daha da kökleşmiş ve derinleşmiştir. Bağlar kuvvetlenmiş, ailenin değeri bir kat daha artmıştır.
Aile yapısını güçlendiren bir diğer hususta Türkler’in göçebe bir toplum olması ile ilişkilidir. Konar-göçer bir hayatı benimseyen Türkler, göçebe hayatın zorlukları karşısında güçlü aile bağları ile ayakta kalmış ve zorlukların üstesinden rahatlıkla gelmiştir.
Türk topluluklarının ekseriyetinin göçebe yaşam sürmesi dolayısı ile daha ilk yüzyıllardan itibaren Türk ailesinin karakteri göçebe hayata göre şekillenmiş, toplumsal hukuk dahi bu hususiyetlere göre belirlenmiştir. Göçebeliğin tüm izleri başta gündelik yaşam olmak üzere ağırlığını hissettirmiştir.
Türk aile yapısının gelenekleri tarih boyunca Türk devlet yöneticileri ve düşünürleri tarafından her zaman bahis edilmiş ve önemi üzerinde de durulmuştur. Nitekim Başta Orhun Kitabeleri olmak üzere Türkler’in yazılı ve sözlü kaynaklarında Türk ailesinin ulviliğine atıflar bulunmaktadır. Özellikle de toplumsal yapının bozulmaması, birlik ve beraberliğin zedelenememesi hususunda nasihatlerde bulunulmuştur.
Birçok kadim ozanlarımızın şiir ve türkülerinde aile her zaman dile getirilmiştir. Yazılı edebiyatımızın ilklerinden olan Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk adlı eseri ve Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eserinde Türk aile yapısının önemi ve değeri ile ilgili kısımlar kaleme alınmıştır.
Tarih süreç içerisinde farklı bölgelere göç eden ve yerleşen Türkler’in aile yaşantısı göç ettiği bölgelerde yaşayan farklı dini ve etnik unsura sahip yerel halkların da dikkatini çekmiş ve büyük saygı duyulmuş ve örneklik teşkil etmiştir.
Özellikle Türk ülkelerine gelen elçiler ve seyahatnâme yazarları başta olmak üzere Türk ailesi yabancılar tarafından ilgi uyandırmış ve bu kişilerin eserlerinde uzun uzadıya anlatılmıştır. Yabancı ziyaretçiler Türk aile yapısı ile ilgili bilgileri kendi ülkelerine taşımış ve kendi toplumları için örnek teşkil etmeleri amaçlanmıştır.
7. ve 8. Yüzyıllardan itibaren Türklerin yerleşik yaşama geçmeye başlaması sonrasında Aile yapısı ile ilgili ufak değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişiklikler anne, baba ve çocuklar olmak üzere bireylerin sosyal statüsü, aile hukuku gibi gelenekler dışında çoğunlukla gündelik yaşam ile ilgili olmuştur. Türk boyları yerleşik yaşama geçmeye başlamasından dahi sonra aile ilgili ilgili kadim geleneklerini büyük ölçüde devam ettirmişlerdir.
Bu dönemde esas değişiklik, göçebe toplumun yerleşik düzene geçmesi sonucu mahalleler ve evler inşâ etmesi ile başlamıştır. Yerleşik hayatın kendine has gerekleri söz konusu olduğu için gündelik hayat muhtelif hususlarda yeniden şekillenmiş ve karakter oluşturmuştur.
Yerleşik yaşama geçmiş Türk ailesi tekrar biçimlenmiş şekli ile en zirve noktasını Osmanlı döneminde yaşamıştır. Bu dönemde Türk ailesi yerleşik düzene tamamen adapte olmuş ve bir mahalle kültürü oluşturmuştur. Bilhassa batılı gözlemcileri dahi kıskandıracak konak ve saraylar inşa edilmiş, Türk ve İslam geleneklerine göre bu evler tasarlanmış. Özellikle sosyal ve dinî hassasiyetler başta olmak üzere evler bir incelik kazanmıştır.
Osmanlı tarihinde aile yapısına bir nazar edildiğinde kentte çocuklu ailelerin az köylerde ise daha fazla olduğu görülmektedir. Osmanlı ailesinde çocuk babanın velayeti ve hukukî denetimi altında yaşamaktadır.
Kırsal kesimde çocuklar ekonomik sebeplerden dolayı erken yaşlarda iş hayatına atılsalar da başta kentte yaşayan aileler olmak üzere çocukların ilk eğitimi ailede verilir, terbiye edilir ve öğütlenirdi. Verilen ilk eğitim dinî eğitimdir, arkasından da öncelikli olarak itaât ve terbiye eğitimi gelmekte idi.
İlerleyen yüzyıllarda nüfusun artmasına rağmen batı toplumlarında olduğu gibi çocuklar Osmanlı toplumunda asla başı boş kalmamıştır. Sokağa ve kaderlerine asla terk edilme gibi bir durum söz konusu değildir.
Osmanlı İmparatorluğu kozmopolit yâni çok uluslu olduğu için çocukların erken yaşlardan itibaren eğitimi de bu hususlara göre şekillenmiştir. Müslüman çocuklar mahallede hocanın kontrolünde Sıbyan Mekteplerinde eğitim görürken, Musevî çocuklar Sinagog’da, Hristiyan çocuklar ise papazların eğitimine bırakılmıştır.
Çocuk değer ve itibar görmekte idi, babası olmasa ailenin en büyüğü o da olmasa amcaları bakmakla mükellefti. Öksüz ve yetim kalan, bakacak kimsesi olmayan çocuklara da devlet yardım etmekte idi, özellikle devletin bu konularda izlediği ve geliştirdiği politikaları mevcuttu.
Devlet başta aile olmak üzere yardım ediyordu. Devlet, dul çocuklu kadın, ikiz veya üçüz doğuran aciz kadın ve aile başta olmak üzere yardıma muhtaç ailelere dini ve ırkı ne olursa olsun yardım maaşı bağlamaktaydı. Özellikle kimsesiz ve terk edilen çocuklar da durumu iyi olanların yanına verilmekteydi.
Kadın ve erkeklerin günlük yaşamına gelecek olursak, Osmanlı özelinde denilebilir ki kadın ve erkekler aynı dönemde batı ülkelerinde yaşayan kadın ve erkekten daha az baskı altındaydı. Rahat ve özgürdü. Kadınlar sosyal yaşamdan asla soyutlanmamıştı. Erkek ve kadınların ayrı eğlenceleri ve sosyal hayatları söz konusuydu. Her iki cins kendi eğlencelerini tertipler, hemcinsleri arasında eğlenirlerdi.
Ailelerin yaşadığı evler Osmanlı döneminde kendi özgün mimarisini oluşturmuş durumdaydı. Özellikle Müslüman, Musevî ve Hıristiyan fark etmeksizin ekseriyetle evlerin yapısı birbirine benzemekteydi. Özellikle Müslüman da olsa Hristiyan da olsa evlerin haremlik-selamlık bölümleri bulunmaktaydı. Evler bilhassa ailenin nüfus büyüklüğüne göre kileri, hamamı, tuvaletleri ve odaları başta olmak üzere şekillenmişti.
Ailelerin beslenme alışkanlıkları ve kültürleri oldukça zengin ve çeşitliydi. Kentli ve köylü nüfus arasında beslenme alışkanlıklarında ufak farklar olsa da esas itibarı ile Osmanlı mutfağı zengin bir imparatorluk mutfağıdır. Bu mutfağın zengin olmasında Osmanlı toplumunun çok uluslu olması esas sebeplerdendir. Her milletin kendine özgün yemek çeşitleri söz konusu olduğu için bu çeşitlilik çok uluslu Osmanlı imparatorluğuna zengin bir mutfak armağan etmiştir.
Ülkenin coğrafyası hayli geniş ve muhtelif iklim kuşaklarını bünyesinde barındırdığı için ürün çeşitliliği çok fazlaydı. Bu sebeple Osmanlı ailesi birçok Dünya ülkesine göre daha iyi beslenmekte idi. Yemeklerde israf ve aşırı tüketim asla tasvip edilmez ve hoş karşılanmazdı.
Başta insanların giyim kuşamı olmak üzere, gündelik hayatlarında evleri dahi olsun lüks ve şatafat söz konusu değildi, asla tamahkarlık söz konusu olmamıştır.
19. yüzyıl ile birlikte iletişimin hızla artması, modernizmin küresel bir ideolojiye dönüşmesi, Osmanlı devletinin askeri ve bürokratik kayıpları ile misyoner faaliyetlerin Osmanlı topraklarında nifak hareketlerinde bulunması gibi başlıca nedenlerden dolayı Osmanlı ailesi ve toplumsal yapısı büyük bir dönüşüm geçirmeye başladı.
Bilhassa Tanzimat ile birlikte Batı hayranlığı neticesinde, Avrupa halkları gibi yaşama tutkusu bir hastalık gibi toplumda hâsıl olmuş, özellikle de eğitim için batı ülkelerine gidenlerin döndüklerinde geldikleri yerlerde yaşadıkları zihniyet dönüşümünü Müslüman Türk toplumuna yansıtmaları sebebiyle hızlı bir toplumsal dönüşüm başlamıştır. Başta Batı merkezli düşünen Türk aydınları olmak üzere, en temelde aile yapımız dahi sorgulanmış ve alternatif modeller, yaşamlar benimsetilmeye çalışılmıştır.
En nihayetinde binlerce yıllık bir tarihi tecrübenin sonucu olarak şekillenen, dini ve milli kimlik ile bezenmiş Türk aile yapısı inkıraza uğramış, kadim değerlerinden kopmuştur. Nitekim bugün dahi bu kopuşun yarattığı olumsuz sonuçların etkisi aile ve toplum yapımızda açık bir şekilde görülmektedir.
Başta batılı seyyah ve bürokratların dahi özendiği, hayran kaldığı toplumsal yapımız bugün çok uzağında da olsak yaşanmış bir ütopya(!) olarak tarihi geçmişimizde durmaktadır.
Umut Güner
Tarihi yazan ve yaşayan her ne kadar insanoğlu olsa da tıpkı beşer hafızası gibi tarihe tanıklık eden eşyalarında bir hafızası, tarihî şuuru vardır. Bu minval üzere değerlendirildiğinde toplumların tarihilerinde sahip oldukları eşyalar kıymetli hazineler hükmündedir. İnsanlar değer verdiği ve sevdiği kişilerin hatırlarını her zaman yaşatmak ve korumak isterler. Özellikle de toplumların nezdinde önemli bir yere sahip olan peygamberler, devlet lideri ve kahramanlar gibi tarihi kişiliklerin şahsi eşyaları birer hatıra olarak halk tarafından saygı ve hassasiyetle korunmuştur.
Türk-İslam tarihinde de başta Allah Resulünün şahsi eşyaları olmak üzere, İslam ve Türk tarihi için öneme haiz olan eşyalar büyük bir gayret ve hassasiyetle korunmuştur. Bilhassa Haçlı Seferleri, Moğol Tahakküm ve Mezalimi gibi önemli tarihi dönüm ve kıyım dönemlerinde dahi Müslümanlar kendilerine emanet olarak gördükleri bu mukaddes değerleri canları pahasına korumuşlardır.
Özellikle de bu mukaddes emanetlerin korunması hususunda Müslüman devletler mukaddes eşyaları kendilerinden önceki devletlerden emanet almış ve sonraki yüzyıllara taşımışlardır. Nitekim kutsal emanetler Emevi, Abbasi ve ardından Memlüklere geçmiş ve Memlüklerden de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi vesilesi ile Osmanlı’ya intikal etmiştir.
Ünlü seyahatnâme yazarımız Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre: “Üzerinde aslan tasviri ve kûfî hatla “nasrun minellah” yazısı olan kırmızı bir sancak, mücevher kakmalı bir kutu içinde Hz. Peygamber’in Uhud Gazvesi’nde kırılan dişi (dendân-ı saâdet), bir tutam lihye-i saâdet (sakal-ı şerif), sürmedan ve mili, hurma lifinden örülerek içi ziftle sıvanmış bir adet abdest ibriği, sanavber ağacından bir tesbih, bir kıta şimşirden nalın, bir asâ, pâpûş-ı şerif, iki kıta hırka-i şerif, hurma lifi, sarıya mâil beyaz pamuklu ince dokuma bir hil‘at, bir kara kılıç, bir deve yünü kuşak, bir deve yünü ridâ, bir deve yünü destâr-ı şerif ve beyaz sûzenî arakıyye” gibi eşyalar Osmanlıya geçmiştir. Bu eşyalar altın simli bohçalara sarılmış, katkat örtülmüş ve üzerlerine “Hâzâ muhallefâtü Resûlillah” yazılmıştı.
Ünlü seyyahımız, Yavuz Sultan Selim’in bu eşyaları yüzüne ve gözüne sürerek, “Şefaat yâ Resûlellah” diyerek mühürlettiğini ifâde etmiştir. Bu emanetler gemilere yüklenerek Osmanlı başşehri İstanbul’a gönderilmiştir. İlerleyen süreçte Mekke ve Medine’de bulunan birtakım diğer kutsal emanetler de belirli aralıklar ile İstanbul’a gönderilmiştir.
Mukaddes emanetlerin bir kısmı ilk zamanlar Hazîne-i Hümâyun’da muhafaza edilirken II. Mahmud döneminde (1808-1839) Has Oda Kasrı’na alınmıştır. Topkapı Sarayı içerisinde Has Oda’ya dahil bir birim olarak Mukaddes Emanetler Dairesi oluşturulmuş ve getirilen kutsal emanetler burada korunmuştur. Günümüzdeki teknolojik gelişmelere bağlı olarak gelişen ışık, sıcakık ve oksijen seviyesi gibi teknik bilgiler eşyaları en uygun vaziyette koruma imkanı sağlasa da o dönem için böyle bir teknik bilgi olmadığı için Osmanlılar da geleneksel usuller ile mukaddes emanetlerin en hassas şekilde korunması için ne gerekiyorsa yerine getirmişlerdir.
Başta Osmanlı Sultanları olmak üzere devlet ricali tarafından önemli törenlerde mukaddes emanetler ziyaret edilmiş ve gereken hürmet gösterilmiştir. Ayrıca mukaddes emanetlerin Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bulunması başta sultanın halife unvanının tescilini, devletin ise meşruiyetine sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nin İslam aleminin lideri olmasının en büyük göstergelerinden biri kabul edilmiştir.
Topkapı Sarayı’na getirilen ve hâlen burada önemle korunan en değerli başlıca eşyalar şunlardır: “Hırka-i saâdet, Sancak-ı şerif, Hz. Osman’ın Mushafı, Dendân-ı saâdet(Resûl-i Ekrem’in Uhud Gazvesi’nde kırılan dişinin parçasıdır), Sakal-ı şerifler, Kavs-i saâdet, Kadem-i şerifler, Na‘leyn-i saâdet (Hz. Peygamber’e nisbet edilen ayakkabılardır), Mühr-i saâdet, Hz. Fâtıma’nın gömleği, Hz. Hüseyin’in gömleği, Hz. Mûsâ’nın asâsı, Hz. Yûsuf’un sarığı, Kâbe’nin kilit ve anahtarları, Tövbe kapısı kanadı, âbe olukları, Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Fâtıma’nın ve Hz. Ömer’in kabir örtüleri”
Bu eşyaların dışında Hicaz Bölgesinde, Kutsal topraklarda kalan diğer birtakım eşyalarda özellikle I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından Mekke ve Medine’nin işgali neticesinde Medine Müdafii Fahrettin Paşa tarafından İngilizlere bırakılmamak için İstanbul’a getirilmiştir.
Bu dönemde Medine’de bulunan Naci Kaşif Kıcıman’ın anlattıklarına göre, Hz. Muhammed’in türbesi Ravza-i Mutahhara’da bulunan bu değerli hazine, sorumlu kişiler tarafından kütük kayıtlarına uygun şekilde sayılmış, paketlenmiş ve sandıklara yerleştirilmiştir. Yaklaşık 2 bin askerden oluşan bir bölük askerin muhafaza ve himayesinde 14 Mayıs 1917’de Medine’den yola çıkan tren, 27 Mayıs 1917 günü İstanbul’a sağ salim ulaşır.
Kutsal Emanetlerin İstanbul’da olması devletimiz ve milletimiz için en büyük şeref ve gurur kaynağıdır. Özellikle başta Mübarek Ramazan ayı olmak üzere yerli ve yabancı milyonlarca kişi tarafından bu emanetler ziyaret edilmekte, değeri, ruhu ve tarihi şahitliği hissedilmekte ve insanlar tarafından büyük bir hürmetle karşılanmaktadır.
Umut Güner
Milas’ta dünyaya geldi. İlk ve orta eğitimini bu ilçede, lise eğitimini ise İzmir’de tamamladı. 1972’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Arap-Fars Filolojisi ile Tarih Bölümü’nden mezun oldu. 1980’de doktorasını bitirdi. 1983’te yardımcı doçent olan ve 1987’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih Bölümü’ne geçen Dr. Özcan 1993’te profesör oldu ve 2010’a kadar bu üniversitede görev yaptı. Bu arada 2000–2001 eğitim-öğretim döneminde Kazakistan’da Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi’nde Türk Devletleri Tarihi Bölüm başkanlığı yaptı. 2010 yılı Ekiminde Mimar Sinan Üniversitesi’nden kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 1995–2001 yılları arasında Türk Tarih Kurumu aslî üyeliği yapan Abdülkadir Özcan, halen aynı kurumun şeref üyesidir. 2010’da Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Tarih Bölümü kurucu başkanı oldu ve halen aynı müessesede öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
Kitapları
Atam Dedem Kanunu -Kanunnâme-i Âl-i Osman
IV. Murad
İnsanoğlunun yaşamı boyunca tecrübî ve teorik olarak edindiği bilgiler eğitim, talîm ve terbiye olarak ifâde edilmiştir. İnsanın varoluş serüveni ve tecrübe kazanımı doğumundan itibâren başlamaktadır. İnsan, ilk eğitimini başta ailesi olmak üzere yaşadığı toplumdan almaktadır. Bunun yanı sıra vatandaşı olduğu hanedan/imparatorluk/devlet veya toplumun müessese olarak tesis ettiği eğitim kurumlarında muhtelif müfredatlar ile eğitilmektedir.
Bir din olarak İslâm eğitime üst düzeyde bir önem atfetmiştir. Özellikle vahiy öncesi dönemde eğitim faaliyetlerinin hiç yok denecek kadar az ve geleneksel usuller ile yapıldığı bilinen kadim Arap toplumunda, İslâm dini eğitim ve öğretim faaliyetleri hususunda büyük bir dönüşüm başlatmış; bu konuda gerekli olan bireysel ve toplumsal çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.
Hz. Peygamber’in risaleti ile birlikte İslâm toplumunda ilk olarak camiler ibadethane olmanın dışında eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yapıldığı yerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle başta çocuklar olmak üzere her yaştan insan için camiler İslâm dini ile tanışma ve eğitim-öğretim kurumu olarak varlık alanı bulmuştur. Bunun yanı sıra Mescid-î Nebevî’nin bitişiğinde kurulan Suffa Mektebi kadın-erkek, genç ve yaşlı olmak üzere bütün inananlar için eğitim faaliyetlerinin yürütüldüğü yer olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilhassa İslâm dininin toplumsal hayatta kurumsallaşamaya başlaması ve fetihler ile yeni coğrafyalarda kendisine yaşam alanı bulması ile birlikte camilerin dışında çeşitli amaçlar için inşa edilen hangah, ribat, tekke ve zaviyeler de eğitim-öğretim faaliyetleri için aktif bir şekilde kullanılmıştır.
Tarihi süreçte İslâm medeniyeti, resmî eğitim ve öğretim hususunda İslâm coğrafyasının muhtelif yerlerinde kendi özgün eğitim kurumları olan medreseleri inşa etmiştir. Yazımızın konusu olan Nizâmiye Medreseleri, İslâm dünyasında kurulan ilk medreseler olmasa da amacı, tarihî misyonu ve müfredâtı bakımından tarihte önemli bir yere sahip olmuştur.
Nizâmiye Medreseleri’nin açılması hususunda bir çok devlet adamı ve bürokratın destekleri söz konusu olmuştur. Belh, Nişabur, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Âmül ve Musul ve Bağdat olmak üzere İslâm topraklarının muhtelif yerlerinde Nizâmiye Medreseleri kurulmuştur. Bu medreseler arasında hiç süphesiz en meşhur olanı Bağdat’ta Dicle nehri kenarında kurulan, yapımı iki yıl süren ve inşası için 600.000 dirhem harcanan Bağdat Nizâmiye Medresesidir. İnşa sürecinde Nehir kenarında halka ait alanların istimlâk edildiği ve bazı evlerin yıkıldığı da dönemin kaynaklarında zikredilmektedir. Yapımı biten Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin açılışı 22 Eylül 1067 tarihinde halifenin de katıldığı muhteşem bir törenle yapılmıştır. Medresenin açılış törenini Ebû Sa‘d el-Kāşî idare etti. Açılışa devlet ricâli, tanınmış ulemâ ve halk olmak üzere bir çok kişi katılmıştır.
Nizâmiye medreselerinin kurulması hem bir dinî kaygı hem de devlet politikası olarak tasavvur edilmiştir. Bilhassa bu dönemde halk arasından hızla taraftar bulan bâtınî düşüncelere karşı sünnî akidenin güçlenmesini ve ehl-i sünnet geleneğine mensup kadroların yetiştirilmesi amaçlanmaktaydı.
Özellikle de Şii-Fâtımı halifesi el-Muiz’in emiri el-Cevher tarafından 969 yılında inşa edilen el-Ezher camii medresesinin batını düşüncenin merkezi olması ve İslâm dünyasında râfızî düşüncelerin yaygınlaşmaya başlaması üzerine bir resmi devlet politikası olarak inşa edilmiştir.
Nizâmiye Medreseleri her ne kadar bu amaçla kurulmuş olsalarda zaman zaman râfızî düşünce mensuplarının propagandaları neticesinde medreseler de mezhep çatışmaları da yaşanmaktaydı. Nitekim böyle bir dönemde Nizamü’l Mülk, medrese baş müderrisine bir mektup göndererek “Medresenin kuruluş amacının mezhep çatışmalarını kışkırtmak ve körüklemek değil ilmin korunması ve yaygınlaşmasını sağlamak” olduğunu ifâde etmiştir.
İslâm coğrafyasında Nizâmiye medreslerinden önce bir çok medrese inşa edilmiş ve bu medreselerin belirli bir müfredâtı söz konusu iken Nizâmiye Medreseleri kuruluşundan itibâren yapısı, işleyişi, şekli ve müfredâtı bakımından ayrıcalıklı ve özel bir yere sahip olmuştur.
Medrese de hoca ve öğrencilere mahsus odalar, dershâneler, mescid, kütüphane, yatakhâne, yemekhâne, hamam gibi muhtelif bölümlerden oluşan bir külliye niteliğindeydi. Medresenin ve öğrencilerinin bütün ihtiyaçlarının karşılanması için Nizamü’l Mülk vakıflar tesis etti. Medresenin yakınında çarşı inşa ettirerek gelirini medreseye tahsis etmiştir. Arazi, hamam ve bazı dükkanların gelirlerini müderris ve öğrencilere verilmesini sağladı.
Medresenin kuruluşundan sonra müderrisler bizzat Nizamü’l Mülk tarafından tanınmış meşhur ulemadan seçildi. Bilhassa Ebû Abdullah et-Taberî ile Ebû Muhammed Abdülvehhâb eş-Şîrâzî ve Gazzâlî’nin Nizamü’l Mülk’ün menşuruyla Nizâmiye Medresesi’ne müderris tayin edildiği bilinmektedir. Nizamü’l Mülk’ün vefâtından sonra onun soyundan gelenlerin yanında vezirler, sultanlar ve halifeler tarafından da müderris görevlendirildiği görülmektedir. Nizâmiye Medresesi’nin mütevellisi olduğu bilinen Süleyman b. Nizâmülmülk’ün 1240 yılındaki vefatından sonra müderrisler halifeler tarafından tayin edilmeye başlanmıştır.
Medreseye müderris olarak tayin edilen alimlere siyah bir cübbe giydirilmekte, sarık ve şal hediye edilmekteydi. Müderrisler görevinden ayrılırken sarık ve cübbelerini iâde etmek zorundaydılar. Kuruluşundan sonra kısa sürede bütün İslâm coğrafyasında ünü yayılan Nizâmiye Medreseleri’nde ders verebilmek için bir çok alimin birbirleriyle yarıştıkları hatta bazılarının mensup oldukları mezheplerini bile değiştirdikleri o döneme ait kaynaklarda ifâde edilmektedir.
Medreselerin kendisine özgün bir müfredât ve işleyişi söz konusuydu. Hocalar öğrencilerden yüksekçe bir mevkîde bulunan kürsüden derslerini işlemekte, derslerin saatleri hocaların ilmî mertebesi, mevsimler ve dersin niteliğine göre değişmekteydi. Derslerin işleyişinde belirli bir usûl uygulanmamaktaydı, her hoca kendi usûlü ile derslerini işleme konusunda serbestti. Dersler öğleden önce başlar, öğlen, ikindi, ve yatsı namazlarından sonra devam ederdi. Eğitim süresi 4 yıl olarak belirlenmişti. Derslerin dili Arapça olarak belirlenmiş ve öğretim tamamen Arap dilinde yapılmaktaydı. Medresede Nâib, hocalar ve yardımcı hocalar, muhasebeciler, kütüphâne görevlileri ve bir de namaz kıldıran imam bulunmaktaydı.
Nizâmiye Medreseleri’nde okutulan müfredât şu şekilde idi:
Din ve Hukuk Dersleri; Kur’an-ı Kerim kıraati, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam ve Usul, Dil ve Edebiyat Dersleri; Arap Edebiyatı, Farsa Edebiyatı, Sarf, Nahiv, Hitabet, Şiir, Cerh ve Ta’dil, Tarih ve Edeb, Felsefe Dersleri; Hikmet ve Mantık, Müsbet Bilim Dersleri; Tıp, Cerrahi, Riyaziye, Hesap, Hendese, Müsellesat, Nücûm(Astroloji), Hey’et(Astronomi) ve Tabiiyat(Coğrafya).
Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde 6 bin’e yakın öğrencinin, Nişabur Nizâmiye Medresesi’nde ise 400 kadar öğrencinin eğitim gördüğü ifâde edilmektedir. Nizâmiye Medreseleri’nden bir çok ünlü alim yetişmiştir. Bunlardan bazıları İbn Tümert, Ebu Bekir Muhammed b. Velid, İbn Asakir, İmadüddin el-İsfahanî’dir. Aynı zamanda dönemin bir çok ünlü alimi burada hocalık yapmıştır.
Medreselerin kendi bünyesinde medreseye bağlı kütüphaneleri bulunmaktaydı. Özellikle Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin yanında zengin bir koleksiyona sahip büyük bir kütüphâne inşa edilmiştir. Nizamü’l Mülk, halktan ellerinde bulunan nadir eserleri bu kütüphâneye bağışlamalarını istemiş, alimlerden yazdıkları kitapları talep etmiş ve medrese kütüphânesini zengin bir hâle getirmiştir. İnşâ edilen kütüphâne hususunda o dönemi anlatan bir çok tarihi kaynakta kütüphânenin zenginliği ve görkemli olması ile ilgili hayranlık bildiren cümleler yazılmıştır. Mâlesef 1116 yılında çıkan bir yangında kütüphâne binası yanmış, öğrenci ve görevlilerin büyük çabaların ile kitaplar kurtarılmıştır.
Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh 589’da (1193) kütüphaneyi yeniden inşa etmiş ve sarayındaki binlerce cilt kitabını bu kütüphaneye bağılşamıştır. İslâm coğrafyasını kasıp kavuran Moğol saldırıları zamanında kütüphânenin zarara uğramadığı ifâde edilse de mâlesef bu zengin kütüphaneye ait hiçbir nadide eser günümüze ulaşamamıştır.
Nizâmiye Medreseleri tarihi süreçte muhtelif nedenlerden dolayı zamanla gerilemeye başlamış ve gözden düşmüştür. Gerilemesinin nedenlerinden birisi Halife Mustansır’ın kendi adı ile anılan ve Nizâmiye Medreseleri kadar ünlü olması amacı ile Mustansır Medreseleri’ni kurmasıdır. Özellikle de alim ve öğrencilerin halifenin himâyesi altında bulunan bu medreseyi tercih etmesi Nizâmiye Medreseleri’nin gerilemesini sağlamıştır. Gerilemenin bir diğer nedeni ise Dicle nehri kenarına inşa edilen medresenin üç kez sel’e ve daha sonra da yangına maâruz kalmasıdır. 1272’de çıkan yangında medrese ile birlikte çevresindeki çarşılar da harap olmuştur. Her ne kadar Cüveynî, vakıf gelirleri ile medreseyi tekrardan ihya etmeye çalışmış ise de tarihi süreçte medrese sosyal ve politik nedenlerle ortadan kalkmaya yüz tutmuştur.
Nizâmiye Medreseleri gerek kuruluş amacı ve misyonu ile gerekse de müfredâtın özgünlüğü ve zengin kütüphaneleri ile devrin siyasî, ilmî ve dinî hayatı üzerinde derin bir tesiri söz konusu olmuştur. Ehl-Sünnet akidesinin devamlılığı ve Türk-İslâm geleneğinin taşıyıcılığı hususunda önemli bir görevi üstlenmiştir. İslâm dünyasında taraftar bulan ve yaygınlaşan bâtınî akımlara karşı sünni omurgayı sağlamaştırmıştır.
Halife ve Selçuklu sultanlarının devlet politikalarının devamlılığını sağlamış, kendi özgün müfredâtı ile başta kendi dönemine ve daha sonraki yüzyıllara de etki eden meşhur alimlerin yetiştirilmesinde etkili olmuştur. Bir çok ünlü alim Nizâmiye Medrese’lerinin tedrisinden geçmiştir. Hüccetü’l-İslâm olarak tanınmış ünlü alim Gazzâlî’de Nizâmiye Medresesi’nde müderrislik yapmıştır.
Medreseler başta fıkıh, kelam ve hadis olmak üzere İslâmî ilimlere önemli bir katkı yapmıştır. Bu konular ile ilgili çok sayıda kitaplar telif edilmiştir. Yatılı ve burslu olması hasebiyle okumak için imkânı olmayan bir çok zeki gence imkanlar tanıdı. Nizâmiye Medreseleri kurulmadan önce de İslâm dünyasında varlığı bilinen medreseler bilhassa özel kuruluşlar olarak varlığını sürdürüken Nizâmiye Medreseleri devlet ve önde gelen yöneticiler tarafından himâye edilen eğitim kurumları olarak ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan daha sonraki yüzyıllarda devletlerin resmî olarak kuruluşunu tesis edip gözettiği medreseler için örneklik teşkil etmiştir.
Son olarak ise İslâm medeniyetinin kurup geliştirdiği medreseler Batı’da da benzer kurumların kurulup yaygınlaşmasında etkili olmuştur. Birçok araştırmacı tarafından Salerno, Paris ve Oxford gibi Batı’da kurulan üniversitelerin de Nizâmiye Medreseleri’nden etkilendiği ifâde edilmiştir.
Umut Güner, Nizamiye Medreseleri
1967’de Ankara’da doğdu. Niksar Danişment Gazi İlkokulu, Niksar Ortaokulu ve İzmir İnönü Lisesi’nde okudu. 1983’te Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandı. 1999’dan beri Tokat Devlet Hastanesi’nde Kalp ve Damar Cerrahi Uzmanı olarak çalışmaktadır. 2005’te yapımı unutulmuş geleneksel Türk yayının tekrar ihyası üzerine çalışmalara başladı. Bu çabalarının sonucunda 2008’de Güney Kore’nin Busan şehrinde yapılan International Academic Seminer of World Traditional Archery Festival’de “Computerized Tomography of Turkish Ancient Bows: A New Aspect for Turkish Bow Making” adlı makalesini sunup Bilgisayarlı tomografinin Türk yaylarının yapısının incelenmesinde çok kullanışlı bir metod olduğunu ortaya koydu. Takip eden yıllarda Türk yayı yapımı ve Türk okçuluğu hakkında birçok yurt içi ve yurt dışı seminer vermiştir. 2014’ten bu yana tarihi Türk atlı savaş sanatları üzerinde çalışmalar yapmakta olan yazar kurucu başkanı olduğu Danişment Gazi Atlı Okçuluk ve Spor Kulübü’nde lisanslı atlı okçu olarak ulusal ve uluslararası yarışmalara katılmaktadır.
Kitapları
Sipahi – Bir Osmanlı Süvarisi
Kronik Kitap olarak ülkemizin kültür yayıncılığına yepyeni bir soluk getirmek amacıyla 2016 sonbaharında yayın hayatına başladık. İçeriklerinden kapak tasarımlarına, baskı kalitesinden sosyal medya iletişimine dek komple bir yayıncılığı hedefledik ve kısa denebilecek bir sürede Türk yayıncılığının çıtasını yükselttik.
Tarihimizi dünya tarihçiliğine kabul ettiren merhum Halil İnalcık ile Türkiye’de tarihi geniş kitlelere sevdiren İlber Ortaylı’nın kitaplarını yayına hazırlarken duyduğumuz heyecanı her daim okuyucularımızda da gördük. Bu duygu alışverişi, hepsi birbirinden kıymetli yazarlarımızın kitaplarına da yansıdı ve ortaya her biri kaynak niteliğinde olan dev bir katalog çıktı.
Bu katalogda tarih alanında bahsi geçen değerli tarihçilerle atılan başarıların yanı sıra edebiyat, sosyal bilimler, popüler bilimler, iş dünyası ve eğitim gibi konularda hem ülkemizin yetkin isimlerinin kaleme aldığı hem de çeviri olarak son derece önemli kitaplar da yerini alıyor. Yayıncılık dünyasına uzun yıllardır hizmet eden editörlerimiz bu kitapların her birini titizce inceliyor, hazırlık aşamasından raflara ulaşana dek okuyucularımızın olabildiğince fayda sağlaması için çabalıyor.
Saygın yazarların telif ve çeviri eserlerini okurlarla buluşturmaya devam eden Kronik Kitap, bir taraftan yazın ve yayın dünyasının tanınmış yazarlarını bünyesine katmaya devam ediyor, diğer yandan da geleceği parlak isimlerle kataloğunu genişletiyor.
Kronik Kitap, meraklısından profesyoneline tüm okuma tutkunlarının yanında!
Bitcoin, 2008 yılında Satoshi Nakamoto tarafından deneysel olarak başlatılmış, herhangi bir merkez bankası,resmi kuruluş, vb. ile ilişiği olmayan, ancak ülkelerin para birimleriyle alınıp satılabilen, herhangi bir üçüncüparti hizmetine, aracı kurumuna gerek kalmadan transferi yapılabilen bir tür dijital para birimidir. Küresel piyasalarda, Dolar ve Euro’ya alternatif olarak tanıtılan Bitcoin’in sembolü ฿, kısaltma ise BTC’dir.
2008 yılında Satoshi Nakamoto mahlasını kullanan bu kişinin kapalı bir mail grubuna, bankacılık sistemininsıkıntıları olduğunu ve bu sıkıntıların sunduğu önerilerle nasıl çözülebileceğini belirttiği 8 sayfalık birwhitepaper (bir sorununçözümüne yönelik teknik analizlerin yer aldığı bir iş planı) yollamıştır. Satoshi,yollamış olduğu mailde bizlere internet üzerinden yapılan gönderilerde komisyon oranlarını kaldırabileceğiniya da minimize edebileceğini belirtmiştir. Ayrıca zaman kısıtı olmadan dünyanın herhangi bir yerindeistediğimiz bir kişiye gönderim yapılabileceğini ve hatta bu gönderim sırasında bir aracı kullanmak zorundaolmadığımızı, diğer bir deyişle gönderim esnasında bankaları devre dışı bırakabileceğimizi ifade etmiştir.Bu çerçevede mevcut öneriler tartışıldı ve eksik yanları giderildi. Üzerine yeni öneriler getirildi. Bunların sonucu olarak günümüzde çok popüler olan ilk kripto para birimi Bitcoin bu şekilde başlamış oldu.
Bitcoin’in itibari paradan, mali sistem ve işlem yapma açısından farkları şunlardır;
1. Bitcoin ağı, merkezi değildir, herhangi bir aracı, yönetici, denetletiyici yoktur, uçtan uca birbirine bağlı, gönüllü katılım sağlayan bilgisayarlardan oluşmaktadır. Bağlı tüm bilgisayarlar, açık kaynak kodlu, aynı programı çalıştırır, hepsi tüm işlemleri görür, hepsi tüm işlem geçmişini isterse tutabilir, istedikleri an diğer uçlardan işlem geçmişlerini alabilir.
2. Dijital itibari paraların işlemlerinde, güvenilen bir aracıya ihtiyaç duyulurken, Bitcoin’de aracıya ve güvene ihtiyaç yoktur. Aracılık sisteminin maliyetleri yüksektir ve güvenlik açıklarına gebedir.
3. Bitcoin borç değil, değer taşıyıcıdır. Banka hesaplarındaki paralar, bir tür borç senedidir. Bir hesap, bir bankanın müşterisine olan borcunu temsil eder. Bitcoin bir borcu temsil etmez. Banka ve hükümetlerin, banka hesapları üzerindeki kontrol güçleri, Bitcoin’de yoktur. Hiçbir güç Bitcoin’in kullanılmasını engelleyemez, yapılan işlemi geri alamaz.
4. Devletler para arzıyla ve kısıtlamasıyla bankadaki paranın değerini etkileyecek (enflasyon ve deflasyon) mali kararlar alabilirler. Oysa Bitcoin arzı üzerinde banka ve devletlerin etkisi yoktur. Sisteme dışardan para arzı yapılamaz, dolayısıyla enflasyon oluşmaz. Para arzı, başarılı blok oluşturan madencilere verilen ödüller şeklindedir.
5. İşlemler anonimdir, takma adlarla yapılır. İşlemlerin gerçek kişilerle, kuruluşlarla, banka hesaplarıyla bağlantısı yoktur. İşlemler Bitcoin adresleri arasında gerçekleşir. Bitcoin adresleri dijital rumuzlardır. Tüm bunlara rağmen, %100 anonimlik mümkün değildir.
6. İşlemler şeffaftır, hızlı ve küreseldir. 2009 yılındaki ilk Bitcoin arzından bu yana, tüm işlemler, isteyen herkes tarafından görülebilir. Yapılan işlemler, neredeyse anında tüm dünyadaki bitcoin ağına dağıtılır, makul süre içerisinde de onaylanır.
7. İtibari fiziksel parada işlemlerin hafızası yoktur. Bitcoin işlem hafızası ise küresel hesap defteri olan BlokZincir veritabanlarında tutulur. Bitcoin kullanacak birisinin, Bitcoin sahibi olup olmadığı, daha önceki kayıtlarına bakılarak karar verilir.
8. İşlemler geri alınamaz. Hiçbir otorite, devlet, kişi, bilgisayar programcısı, hatta sistemi tasarlayanlar dahil, madencinin biri tarafından onaylanıp, diğerlerince de kabul edilmiş ve Blok-Zincir’e yazılmış, bir işlemi değiştiremez, geri alamaz.
9. İzin gerektirmez. İşlem yapmak için hiçbir kimseden veya kuruluştan izin alınması gerekmez, hiç kimse işlem yapılmasına engel olamaz.
10. Sistem güvenlidir. Güvenlik matematiksel olarak güvenilirliği ispatlanmış, kriptografik dijital imzalama metotları kullanılarak gerçekleştirilir. Kötü niyetli kişilerin veriler üzerinde manüpülasyon yapması,gizli/açık anahtar şifreleme yöntemi kullanılması sebebiyle, mümkün değildir.
Kudret Şevket Sayın ve Ebru Mercan
1940 yılında, 2. Dünya Savaşı’nın yaşandığı zamanlarda, silah altında bulunan askerlerin dışında kalan gençleri, sivil savunma ve spora yöneltmek amacıyla ‘Sivill Savunma Mükellefiyeti’ adı altında çıkan kanun sonucunda ‘Kamu ve Özel Sektörde 500 Kişiden Fazla Eleman Çalıştıran Kuruluşların Spor Kulübü Kurmaları Mecburiyeti’ neticesinde, 21 Aralık 1940 tarihinde, o zamanın Devlet Demiryolları 6. İşletme Müdürü Eşref Demirağ tarafından Adana Demirspor Kulübü kurulmuş, resmi tescilini bir hafta sonra 28 Aralık 1940 tarihinde almıştır.
BRANŞLAR
Adana Demİrspor Kulübü’nün ilk faalıyet gösterdiği branşlar Atletizm, Bisiklet, Güreş, Yüzme, Sutopu ve Futbol’dur. Daha sonra bu branşlara Basketbol ve Voleybol dalları da eklenmiştir.
ATLETİZM
1940-1952 yılları arasında mahalli olarak bölgesel faaliyet gösteren Atletizm branşı, 1953-1954 sezonunda en parlak dönemini yaşamıştır. O dönemde Yıldıray Pagda, Atilla Binöz, Yavuz Pagda, Turgay Renklıkurt Adana Demırspor Atletizm Takımının ismini Türkıye’ye duyurmuştur. Yıllarca ferdi ve takım halinde şampiyonluklar kazanan takım, yüksek öğrenim görmelerı dolayısıyla Adana’dan ayrılmış; faaliyetler 1980 yılına kadar duraklama devrine girmiştir. 1980 yılından sonra, Bölge Atletızm Antrenörü Hasan Tekin Adana Demirspor’da kuvvetli bır takım oluşturmuş ve 5 yıl boyunca şampiyonlukları kimseye kaptırmamışlardır.
BİSİKLET
Adana Bisiklet Ajanı ve Antrenör Ahmet Ecesoy’un yoğun çabalarıyla Ertugrul Arlı, Ahmet Avcılar, İbrahım Gönül ve Erol Berk gibi sporcular Milli takıma yükselme başarısı göstermişler ancak 1983 yılında Ahmet Ecesoy’un vefat etmesiyle bu branştaki faaliyetler son bulmuştur.
GÜREŞ
1956 yılında dönemin yöneticileri Sevket Kapulu ve Fevzi Özşahin’in kulüp lokalıne kurdukları minderle, bu spora ilk adım atılmış ve Çukurova’da Çayır Güresçisi olarak faaliyetlerde bulunan gençleri toplayarak mindere getirmişlerdir. Bu gençler daha sonraları Milli Takıma kadar yükselme başarısı göstermişlerdir.
1968 yılından sonra güreş faaliyetleri yavaş yavaş azalmış ve ardından sona ermiştir. 1981’de Ökkeş Koşkun’un bu branşı yeniden canlandırmak istese de bu çabalar pek sonuç vermemiştir.
BASKETBOL
Adana Demirspor Kulübü’nde Basketbol denilince akla ilk gelen isimler Alaettin Atsal ve Demiray Sayılır’dır. 1968 yılında Bu iki spor adamının büyük çabaları sonucu Türkiye liglerinde oynama şansı yakalanmıştır. Daha sonra Ökkes Koşkun’un katılmasıyla 1969-1970 sezonunda Anadolu Kupası’nda şampiyon olarak ikinci ligde oynama şansı elde edilmiştir. 1972-1973 yılında zorlu geçen müsabakaların ardından Adana Demirspor, Türkiye Basketbol 1. Ligi’ne çıkmıstır. Basketbol Şubesi 2003 yılında tekrar açılarak Deplasmanlı Bölgesel Lig’de bir süre mücadele etmiştir.
VOLEYBOL
1967-1972 yılları arasında Bölgesel Lig’de üst üste şampiyon olan Adana Demirspor Voleybol Takımı daha sonra ilerleme olmadığından bu faaliyete son vermiştir.
YÜZME-SUTOPU
1938 yılında Adana Belediye Başkanı Turhan Cemal Beriker ve Beden Terbiyesi Bölge Müdürü Rıza Salih Saray’ın girişimleri ile Adana’da Türkiye’nin en modern yüzme havuzunun yapılması için karar verilmiştir. Havuzun açılışı ile birlikte 1942 yılından itibaren Bölge Karması adı altında yarışlara iştirak eden Adana Demirspor Kulübü Yüzme ve Sutopu Takımı Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük Sutopu oyuncusu, takımın ağabeyi, örnek sporcu Muharrem Gülergin önderliğinde 17 yıl hiç yenilmeden, 22 yılda da tek mağlubiyet alarak toplamda 29 defa Türkiye Şampiyonu olmuştur. Takım İstanbul ve tüm Türkiye’de Yenilmez Armada olarak anılmıştır. Adana Demirspor Kulübü, Adana’nın sulama kanallarında yüzme ögrenip, daha sonra havuzun açılması ile Milli Takım forması giyen 40’a yakın efsane sporcuyu bünyesinde barındırmıştır. Bu sporcular yüzmenin her branşında ve her mesafede sayısız Türkiye rekorları kırmışlardır. Manş Deniz’ini birçok ülkenin sporcusu defalarca yüzerek geçmiştir. Ancak rekor Adana Demirsporlu Erdal Acet’indir. Manş’ı ilk kez hem de tüm zamanların en iyi derecesi ile geçen Erdal Acet ayrıca 5 kez Uluslararası İstanbul Maratonu’nu kazanmıştır. Adana Demirspor’un havuzlardaki başarısını dönemin Federasyon Başkanı Fehiman Akdağ şu sözlerle dile getiriyor: “Başlarında Muharrem Gülergin gibi müstesna yaradılışta bir ağabeyleri bulunduğu ve böylesine severek çalıştıkları sürece, Demirspor’u havuzlarda alt etmek mümkün değildir.” Adana Demirspor Kulübü’nün Yenilmez Armadası’nın bu başarısı Türk Yüzme ve Sutopu tarihine altın harflerle yazılmıştır.
FUTBOL
Adana’nın ilk spor kulüplerı sayılan İdmanyurdu, Torosspor ve Seyhanspor dışında, yine müessese takımı olan Milli Mensucat ve Demirspor gibi ligi oluşturan takımların katılımı ile ‘ Çukurova Ligi’ meydana gelmiştir. Zamanla Mersin İdmanyurdunun da katılımı ile bölgesel kimlik kazanan bu ligte Adana Demirspor 1942 yılından 1953 yılına kadar aralıksız şampiyon olarak Türkiye Finalleri’ne katılmaya hak kazanmıştır.
1947 yılında Ankara’da yapılan final karşılaşmalarında Ankara Demirspor ve Fenerbahçe’nin ardından Türkiye 3’üncüsü olma başarısı göstermiştir.1951 yılında, Balıkesir’de yapılan final karşılaşmalarında Beşiktaş ve Altay’ın ardından yine Türkiye 3’üncüsü olmuştur.
1953-54 futbol sezonunda Adana Demirspor Türkiye Şampiyonası Finali’nde Ankara Hacettepe takımı’nı Selami Tekkazancı’nın (Füze) golüyle 1-0 yenerek Türkiye şampiyonu olmayı başarmıştır.
1959 yılında Türkiye Profesyonel Ligi’nin kurulmasını takip eden 2’nci sezonda, Anadolu’nun ilk takımı olarak 1960-61 sezonunda Ankara,İstanbul, İzmır takımlarıyla mücadele etmiştir. Futbol federasyonunun garip bir kararı sonucu Adana Demirspor Ankara takımı statüsüne alınmış ve iç saha maçlarını Ankarada oynamak zorunda kalmıştır. Böylece tüm maçlarını Ankara, Istanbul, Izmır ‘de oynamak durumunda kalan Adana Demırspor aynı yıl lige veda etmiştir.
1963-64 Sezonunda Türkıye 2. Liginin kurulması ile otomatikmen lige dahıl olmustur. 9 yıl 1.Lige çıkma mücadelesi veren Adana Demırspor nihayet 1972-73 sezonunda Muharrem Gülergin ve Nuri Sengezer’in yönetiminde Adana’da Uşak Spor’u , Fatih Terim Ve Bektaş Yurttaş’ın golleri Ile 2-0 yenerek bu amacına ulaşmıştır.
1977-78 futbol sezonunda Türkıye Kupası’nda Trabzonspor ile final oynayan Adana Demirspor yine aynı sezon Başbakanlık Kupası’nda finali oynamıştır. Lig tarihindeki en iyi derecesı 1981-82 sezonunda Hacı Döner’in kulüp başkanlığı ve Coşkun Özarı’nın teknık direktörlüğünde 6.lıktır.
1983-84 sezonuna kadar aralıksız 11 yıllık 1. Lig serüveninden sonra 3 yıl Türkıye 2. Ligi A grubunda şampiyonluk mücadelesi veren Demirspor, 1986-87 yılında Adem Atılgan’nın başkanlığı , Ali Hoşfikirer’in teknık direktörlüğünde amacına ulaşmıştır.
1989-90 sezonunda küme düştükten sonra ertesı yıl Selahattın Çolak’ın kulüp başkanlığı ve Ali Hoşfikirer’in teknık direktörlüğünde yeniden1.Lige yükselmiştir. Aynı sezon küme düşen Adana Demirspor, 1993-94 futbol sezonunda Metin Türel’in idaresınde yenıden 1. Lige yükselmiştir.
1995-99 yılları arasında 2. ligde Mücadele eden Demirspor, 1999 yılında tarihinde ilk kez 3. Lige düşmüştür.
2001 yılında Aytaç Durak’ın kulüp başkanlığı ve Ercan Albay’ın yönetiminde 2. Lig B kategorisi’ne yükselmiş , 2002 yılında aynı ekiple Denizli’de yapılan ekstra Play- Off müsabakalarını şampiyon bitirerek 2. Lig A kategorisine yükselmiştir. 2004 yılından itibaren 2. Lig B kategorısınde mücadelesine devam etmektedır.
2003-04 sezonunda TFF 1. Lig’de oynayan Adana Demirspor Kulübü, Ligi 33 puanla 16. sırada tamamlamış, 2003-04 sezonu sonunda TFF 2. Lig’e düşmüştür.
2004-05 sezonunda TFF 2. Lig C grubunda oynayan Adana Demirspor Kulübü, grubu 48 puanla 5. sırada tamamlamıştır.
2005-06 sezonunda TFF 2. Lig 2. Klasman grubunda oynayan Adana Demirspor Kulübü, grubu 23 puanla 3. sırada tamamlamıştır.
2006-07 sezonunda TFF 2. Lig 5. Klasman grubunda oynayan Adana Demirspor Kulübü, grubu 34 puanla 1. sırada tamamlamış ve yükselme grubuna çıkmıştır. Yükselme grubunu 31 puanla 3. sırada tamamlayıp, ekstra play-off müsabakalarına katılmak zorunda kalmıştır. 22 Mayıs 2007 tarihinde Bursa’da elemelere katılmış, Alanyaspor veKardemir Karabükspor’u eleyerek finale çıkmış, finalde Giresunspor’a 5-1 yenilerek TFF 1. Lig’e yükselememiştir.
2007-08 sezonunda TFF 2. Lig 2. Klasman grubunda oynayan Adana Demirspor Kulübü, grubu 40 puanla 1. sırada tamamlamış ve yükselme grubuna çıkmıştır. Yükselme grubunu 33 puanla 3. sırada tamamlayıp, ekstra play-off müsabakalarına katılmak zorunda kalmıştır. İskenderun Demir Çelikspor’u 1-0 ve Çankırı Belediyespor’u 3-0 yenerek finale çıkmış, finalde son dakika golüyle Güngören Belediyespor’a 1-0 yenilerek TFF 1. Lig’e yükselememiştir.
2007-08 sezonunda ekstra play-off final müsabakası sonunda, Aytaç Durak önderliğinde yıllardır gelmeyen başarılar ve Mustafa Tuncel başkanlığında üst üste 2 sezon finalde elenmenin stresi ile maç sonunda, sezon boyunca Adana Demirspor Kulübü’ne büyük destek veren taraftarlar, Aytaç Durak aleyhinde hoş olmayan sloganlar atmış ve neticedeAytaç Durak kulüpten desteğini çektiğini kırgınlıkla açıklamıştır. 2008 yılı yaz aylarında sürekli ertelenen ve Mavi Şimşekler ile başkan Mustafa Tuncel arasında sert tartışmaların yaşandığı kongreler neticesinde Mehmet Gökoğlu başkan seçilmiştir. Kayyumun bile tartışıldığı bu dönemde kulübü kaostan çıkaran Mehmet Gökoğlu görevi devraldıktan sonra, zor günlerinde Adana Demirspor Kulübü’ne verdiği destekten ötürü Aytaç Durak’a teşekkür etmiş, yaşanan olaylardan dolayı üzüntülü olduğunu ve kötü tezahüratı önlemekte kararlı olduklarını belirtmiştir.
2008-09 sezonuna başkan Mehmet Gökoğlu ve teknik direktör Metin Yıldız ile başlayan Adana Demirspor Kulübü, 25’ten fazla futbolcuyu takımdan göndermiş ve yepyeni bir takım oluşturmuştur. Takım kademe ve klasman gruplarında başarısız olarak TFF 2. Lig’te devam etmiştir.
2009-10 sezonunda Başkan Bekir Çınar ve teknik direktör Hüseyin Özcan ile klasman grubu birincisi olarak çıktıkları play-offlarda ilk turda Tavşanlı Linyitspor’a yenilerek elenmişlerdir.
2010-11 sezonunda Başkan Mustafa Tuncel ve teknik direktör Ali Güneş ile yine klasman grubundan yükseldikleri play-offlarda ilk turda Yeni Malatyaspor’u penaltılarla eleyip ikinci turda Bandırmaspor’a elenerek TFF 2.Lig’te kalmaya devam etmiştir.
2011-2012 sezonu sonunda oynanan play off finalinde Fethiyespor’u 2-1 yenerek 1. Lig’e yükselmiştir.
2012-2013 sezonunda 1.Lig’de mücadele etmiş ve 7.olmasına rağmen 1461 Trabzon’un durumundan dolayı Play-Off’a kalmıştır.
2013-2014 sezonuna Mustafa Tuncel’in başkanlığıyla sezona başlayan Adana Demirspor, Başkan Tuncel’in Olağanüstü Genel Kurul Kararı ile seçime gitmiştir.Yapılan Kongrede tek listeyle seçime giren Selahattin Aydoğdu Adana Demirspor Kulübünün başkanı olmuştur.
2015-2016 Kulübümüzün olağan genel kurulunda, 407 delegenin bulunduğu kongreye tek aday olarak katılan Sedat Sözlü, oy çokluğuyla başkanlığa getirilmiştir.
2017-2018 Kulübümüzün olağanüstü genel kurulundan kongrede seçimi kazanan Halil Mehmet Gökoğlu oy çokluğuyla başkanlığa getirilmiştir.
2018-2019 Kulübümüzün olağan genel kurulundan kongrede seçimi kazanan Kazım Bozan oy çokluğuyla başkanlığa getirilmiştir.
2018-2019 Kulübümüzün Olağanüstü Genel Kurulunda kongrede seçimi kazanan Murat SANCAK oy çokluğuyla başkanlığa getirilmiştir.
Akademisyen Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner tarafından kaleme alınmış bir kitaptır.
Kitap hakkında
Ahilik, bir Ortaçağ esnaf teşkilâtıydı. Batı’daki lonca teşkilâtının, Türkleştirilmiş ve İslamlaştırılmış bir modeliydi. Aslında, ekonomik bir müessese olarak kurulmuş olsa da, zamanla ekonomik olduğu kadar İslâmî ve insanî renkleri de olan bir müessese mahiyeti kazandı. Ona bu renkleri biz kattık. Nitekim, bu teşkilâtın bir diğer ismi olan “fütüvvet”; cömertlik, eliaçıklık, mertlik, delikanlılık mânâlarına geliyordu. Daha evvelki devirlerde Bizans’ta, Türk-İslâm dünyasında Selçuklularda bulunan bu müessese, Osmanlılarda devam etti. Ancak Batı Avrupa’da tamamen, çalışanların Feodal Bey lehine kontrol ve istismarını hedefleyen bu müessese, Selçuklular ve bilhassa da Osmanlılarda, çalışanların ve tüketicilerin korunmasını hedefliyordu. Dolayısıyla, iktisadî yönüyle bir esnaf teşkilâtı olan Ahilik, manevî yönüyle âdeta bir tarikat gibiydi. Kendisine ait ahlâkî, insanî ve dinî kaideleri vardı. Bu yönüyle de cemiyetin sadece ekonomik gelişimine değil, sosyal, kültürel, insanî ve manevî gelişimine de hizmet ediyordu. Umut Güner’in -Dinî, Siyasî ve Sosyal Yönleriyle- Tarihte Fütüvvet ve Ahilik adlı bu kitabı, Türkiye Selçukluları döneminde Anadolu’nun maddî-manevî yapılanmasını idrak etmeye katkı sağlayacak bir çalışmadır.
Tarihi yazan ve yaşayan her ne kadar insanoğlu olsa da tıpkı beşer hafızası gibi tarihe tanıklık eden eşyalarında bir hafızası, tarihî şuuru vardır. Bu minval üzere değerlendirildiğinde toplumların tarihilerinde sahip oldukları eşyalar kıymetli hazineler hükmündedir. İnsanlar değer verdiği ve sevdiği kişilerin hatırlarını her zaman yaşatmak ve korumak isterler. Özellikle de toplumların nezdinde önemli bir yere sahip olan peygamberler, devlet lideri ve kahramanlar gibi tarihi kişiliklerin şahsi eşyaları birer hatıra olarak halk tarafından saygı ve hassasiyetle korunmuştur.
Türk-İslam tarihinde de başta Allah Resulünün şahsi eşyaları olmak üzere, İslam ve Türk tarihi için öneme haiz olan eşyalar büyük bir gayret ve hassasiyetle korunmuştur. Bilhassa Haçlı Seferleri, Moğol Tahakküm ve Mezalimi gibi önemli tarihi dönüm ve kıyım dönemlerinde dahi Müslümanlar kendilerine emanet olarak gördükleri bu mukaddes değerleri canları pahasına korumuşlardır.
Özellikle de bu mukaddes emanetlerin korunması hususunda Müslüman devletler mukaddes eşyaları kendilerinden önceki devletlerden emanet almış ve sonraki yüzyıllara taşımışlardır. Nitekim kutsal emanetler Emevi, Abbasi ve ardından Memlüklere geçmiş ve Memlüklerden de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi vesilesi ile Osmanlı’ya intikal etmiştir.
Umut Güner
“Ortadoğu” beşeriyetin varlığı ile beraber tarihî çağlardan itibaren önemli bir merkez olmuştur. Tabiî öncelikle “Ortadoğu” tanımının siyasi bir tanım ve kavram olduğunu belirtmekte fayda var. İngiltere siyasetinin ürünü olan bir kavramdır. İngiliz Üst Aklı’nın yarattığı, içini doldurduğu ve kendi devlet politikalarını inşaâ ettiği bir olgudur.
Ortadoğu, Semavi dinlerin varlık alanı bulduğu bir coğrafya olması hasebi ile tarihi süreç içerisinde yeryüzünün en gözde toprakları olagelmiştir. Özellikle de semavi dinlerin merkezi olması, bu topraklara muazzam bir zenginlik ve potansiyel kazandırmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi üç önemli semavi dinin bu topraklar üzerindeki varlığı ve hassasiyeti dolayısı ile bu coğrafya her zaman insanoğlunun ilgi ve alakasına mazhâr olmuştur.
Coğrafya bütün bu hususları sebebi ile kozmopolit ve çok kültürlü bir yapı kazanmıştır. Bu yapısı nedeni ile de yeryüzündeki tüm insanların ve kültürlerin karşılaşma ve kaynaşma noktası olmuştur. Bu gerçekler zamanla bu topraklara ticari yâni ekonomik refahın dışında kültürel alışveriş imkanı da sağlamıştır. Fakat tüm bu ifade ettiğimiz hususlar bahsi diğerdir. Bu coğrafyayı önemli kılan nedenler modern dönem ile birlikte ortaya çıkan sanayi teşekküllerinin ihtiyâcı olan hammade yani petroldür.
Bu coğrafya Ortçağlar’dan itibaren bir çok savaş ve istilânın yaşandığı topraklar olmuştur. Haçlı Seferleri, Latin Faaliyetleri, Müslüman-Türk akıncıların siyasi varlıkları vs. hepsi bu coğrafyanın öneminin ve dünya siyasetindeki belirleyiciliğinin sebebi olmuştur.
Tarihi süreçte Müslüman Araplar ve akabinde de Müslüman Türkler’in bu coğrafya üzerindeki tesir ve varlıkları bu topraklara uzun yıllar sürecek olan refah ve huzuru ortamını tesis etmiştir. Memlüklü Türkleri sonrası bu topraklardaki Osmanlı varlığı âdeta bu toprakların Müslüman ve Türk karakterini inşâ etmiştir. Osmanlı Barışı’nın (pax-ottomana), ruhu bu topraklar üzerinde yaşayan Arap, Yahudi, Ermeni, Kürt ve Türk başta olmak üzere bir çok etnik unsurun barış içerisinde uzun yıllar bir arada yaşamasını sağlamıştır.
Bu topraklarda uzun yıllar süren Müslüman Türk varlığı, bu toprakları Türkleştirmiş ve İslamlaştırmıştır. Sosyal yaşamdan, sanat ve mimariye kadar bir çok alanda bu coğrafyada Müslüm Türk izlerini bugün dâhi bulmak ve görmek mümkündür. Bu topraklar tamamı ile bizim tarihimizin ve kültürümüzün bir parçasıdır. Bizim hafızamız ve yaşayan tarihimizdir.
Ancak, Osmanlı’nın son dönemi ile birlikte bu topraklar üzerinde oynanan küresel siyasetin gayr-ı ahlâki tecavüz, tahrik ve fiili faâliyetleri neticesinde Müslüman Türk’ün siyasî varlığı mâlesef bu coğrafyada sarsılmaya başlamıştır. Özellikle, I. Dünya Savaşı ve aldığımız yenilginin neticesinde bize dayatılan antlaşmalar ile bu topraklar bizden koparılmak istenmiş ve koparılmıştır. Küresel güçlerin masa başında çizdiği harita ve sınırlar ile bu topraklar ile olan tarihi ve kültürel bağımız ve birliğimiz koparılmıştır.
Umut Güner
Medeniyet, Arapça “Medine” yani “Şehir” ile ilgili bir olgudur. Çünkü medeniyet demek üretmek ve sistemleştirme demektir. Medeniyet kurmak ve dinamik bir şekilde devamlılığını sağlamak yâni üretmek ancak yerleşik bir düzen ile mümkündür. Bu nedenle Medeniyet kelimesi Arapça “Şehir” demek olan “Medine”den türemiştir. Şehir ile Medeniyet arasında derûni bir bağ söz konusudur. Her ne kadar atlı ve göçebe kültürünün de oluşturduğu medeniyet unsurları varsa da bunlar çok hakim ve güçlü değildir.
Bir toplumun ve kültürün Medenîyet oluşturması ancak üretmesi ile mümkündür. Eğer bir toplum bilim, sanat, felsefe ve tarih başta olmak üzere ve daha bir çok alanda evrensel ve yerel bir şeyler üretebilmiş ise ve bu üretilenler özgün bir ruh ile, yâni o toplumun mevcut dinamikleri ile ortaya konulmuş ise Medeniyet kavramının içine alınabilir. Bu dinamikler o toplumu her zaman ayakta tutar, düşmanlarına karşı güçlü ve dirayetli olmasını ve asla o toplumun yok olmamasını, yaşamasını sağlar.
Umut Güner, Medeniyet üretmektir
Kültür, esas itibârı ile bir çok farklı tanım ile açıklanılmaya çalışılan bir kavram olsa da, sosyologlar ve kültür bilimciler genellikle kültür kavramı için bir milleti oluşturan maddi ve manevi bütün değerler ile kültür kavramının sınırlarını çizerler.
Kültürü oluşturan maddi ve manevi değerler ise, özellikle bir milleti oluşturan bütün dinamikleri kapsamaktadır. Kültürü oluşturan esas unsurlar milletlerin dil, tarih, inanç başta olmak üzere kendi bireysel ve özgün tecrübeleridir. Bu sebeple de yeryüzünde varlık gösteren ve hayat alanı bulmuş her etnik unsurun kültürü özgün ve farklıdır. Milletlerin karakteristik yapısı, geçirdikleri tarihi tecrübe, yaşadıkları coğrafya vs. gibi bir çok husus milletlere özgün bir kültür kazandırmıştır. İslâmiyet başta olmak üzere bir çok semavi din ve inançlar da toplumların sahip oldukları farklı kültürlere dikkat çekmiş ve bu farklılıkları zenginlik olarak görmüş ve adlandırmıştır.
Umut Güner, Medeniyet Üretmektir
Cahiliye döneminde Hılfü’l-Fudûl adlı bir cemiyetin varlığı bilinmektedir. Hılf mastarı (çoğulu ahlâf), “antlaşma, akit ve yemin” anlamlarına gelmektedir. Cahiliye Araplarının; 1- Yardımlaşma, 2- Dayanışma, 3- Himaye/koruma, 4- Savunma, 5- Mazluma yardım etmek gibi amaçlar vesilesi ile bir araya gelerek kabileler arasında yaptıkları antlaşmaları ve kurdukları topluluğu ifade eder. Hilfü’l-Fudûl, faziletliler ittifakı, erdemliler yemini gibi anlamlara da gelmektedir.
Nitekim cahiliye döneminde meydana gelen haksızlıklar ve ekonomik yolsuzluklar ile mücadele etmek için Beni Teym’den olan ve Hz. Ebu Bekir’in amcasının oğlu Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde Mekke’nin ileri gelenleri muhtelif kabileler toplandılar. Toplantıya katılan herkes ayağa kalkıp, birbirlerinin ellerini tutarak, mazlumun yanında olmak, hakkını almak, geçimde yardımlaşmak ve mal paylaşmak için sözleştiler. Bu toplantıya katılanların ettikleri yemin şu şekilde idi:
“Allah’a yemin olsun ki Mekke’de birisine haksızlık yapıldığı zaman, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden, isterse de yabancıdan olsun hepimiz hakkı teslim olununcaya kadar bir olup ona yardım edeceğiz. Deniz süngeri ıslattığı, Hira ve Sebir dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize yardımda bulunacağız.”
Bu toplantıya Kureyş’in, Abdüddar, Mahzum, Cümah, Sehm ve Adi kolları katılmadılar.
Özellikle bu topluluğun kurulmasının sebeplerinden biri de yapılan Ficar Savaşı’nın yıkıcısı etkisi ve Mekke toplumunda meydana gelen ahlaki çözülmelerdir. Bunun dışında Hac mevsimi başladığı dönemlerde Mekke, Kâbe’yi ziyarete gelenlerle dolup taşıyordu. Mekke’de yoğun ticari faaliyetler bu dönemde hız kazanmakta idi. Böyle bir ortamda bir takım toplumsal sorunlar meydana geliyordu. Yaşanan bu süreç ve meydana gelen olumsuzluklar Hilfü’l-Fudûl topluluğunun oluşmasının en büyük sebebini teşkil etmektedir.
Hz. Muhammed peygamber olmadan önceki dönemde 20’li yaşlarında iken amcası ile Ficar Savaşı’ndan dönerken Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde yapılan bu toplantıya katılmış ve genç Muhammed de bu topluluğun bir üyesi olmuştur.
Hz. Peygamber cahiliye döneminde genç iken katıldığı bu ittifaka dair duygularını İslâmî dönem de şu sözler ile ifade etmiştir:
“Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde bir antlaşmaya şahit oldum. Ona (Hilfü’l-Fudûl) katılmak bana kırmızı deve sürülerine sahip olmaktan daha sevimlidir. İslâm çağında da yine böyle bir antlaşmaya çağrılsam gene kabul ederim. İslâm, Hilfü’l-Fudûl’u teyit edip güçlendirmekten başkasını yapmaz.”.
Özellikle Hilfü’l-Fudûl teşkilatına katılanlar cahiliye döneminde, üstün meziyet, yiğit ve kahramanlık hasletlerine sahip fetalardan oluşmaktaydı. Hilfü’l-Fudûl teşkilatını cahiliye dönemi fütüvvet teşkilatı olarak adlandırabiliriz.
Fütûhu’l-Büldan müellifi Ahmed B. Yahya El-Belazuri, Hilfü’l-Fudûl’a katılan kimselerin Mekke’ye ticari olarak fazla mal ile gelmeleri durumunda fakir ve fukaraya fazla mal ile yardım etme yükümlülükleri olduğundan bahsetmektedir.
Bu teşkilat, Asr-ı Saadet, Hulefa-i Râşidin ve Emevi kuruluş çağı olmak üzere İslâmî dönemde de varlığını sürdürmüştür. Cemiyet, Emeviler döneminde son üyesinin de vefat etmesi ile birlikte son bulmuştur. Emevi halifesi Abdulmelik döneminde tekrardan gündeme gelmiştir fakat yeni ihyası hususunda bir adım atılamamıştır.
Umut Güner, Tarihte Fütüvvet ve Ahilik
Aslen Rizeli olan Recep Tayyip Erdoğan, 26 Şubat 1954’te İstanbul’da doğdu. 1965 yılında Kasımpaşa Piyale İlkokulu’ndan, 1973 yılında ise İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldu. Fark dersleri sınavını vererek Eyüp Lisesi’nden de diploma aldı. Üniversiteyi Marmara Üniversitesi İktisadî ve Ticarî Bilimler Fakültesi’nde okuyan Erdoğan, bu okuldan 1981 yılında mezun oldu.
Gençlik yıllarından itibaren sosyal hayat ve siyasetle iç içe bir yaşamı tercih eden Erdoğan, disiplinli ekip çalışmasının ve takım ruhunun önemini kendisine çok genç yaşlarda öğreten futbolla 1969-1982 yılları arasında amatör olarak ilgilendi. Aynı zamanda bu yıllar, genç bir idealist olarak memleket meseleleri ve toplumsal sorunlarla ilgilenen Recep Tayyip Erdoğan’ın aktif politikaya adım attığı döneme rastlamaktadır.
Lise ve üniversite yıllarında Millî Türk Talebe Birliği öğrenci kollarında aktif görev alan Recep Tayyip Erdoğan, 1976 yılında MSP Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanlığı’na ve aynı yıl MSP İstanbul Gençlik Kolları Başkanlığı’na seçildi. 1980 yılına kadar bu görevlerini sürdüren Erdoğan, siyasi partilerin kapatıldığı 12 Eylül döneminde, özel sektörde bir süre müşavirlik ve üst düzey yöneticilik yaptı.
1983 yılında kurulan Refah Partisi ile fiilî siyasete geri dönen Recep Tayyip Erdoğan, 1984 yılında Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı, 1985 yılında ise Refah Partisi İstanbul İl Başkanı ve Refah Partisi MKYK üyesi oldu. İstanbul İl Başkanlığı görevi sırasında diğer siyasi partiler için de model olan yeni bir örgütsel yapı geliştiren Erdoğan, bu dönemde özellikle kadınların ve gençlerin siyasete katılımını artırmaya yönelik çalışmalar yaptı; siyasetin tabana yayılarak geniş halk kitleleri tarafından benimsenip itibar görmesi yolunda önemli adımlar attı. Bu yapılanma, mensubu bulunduğu Refah Partisi’ne 1989 Beyoğlu yerel seçimlerinde büyük bir başarı kazandırırken, yurt genelinde de parti çalışmaları için örnek teşkil etti.
27 Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, siyasî yeteneği, ekip çalışmasına verdiği önem, insan kaynakları ve malî konulardaki başarılı yönetimiyle dünyanın en önemli metropollerinden biri olan İstanbul’un kronikleşmiş sorunlarına doğru teşhis ve çözümler üretti. Su sorunu, yüzlerce kilometrelik yeni boru hatlarının döşenmesiyle; çöp sorunu ise dönemin en modern geri-dönüşüm tesislerinin kurulmasıyla çözümlendi. Hava kirliliği sorunu Erdoğan döneminde geliştirilen doğalgaza geçiş projeleriyle son bulurken, kentin trafik ve ulaşım açmazına karşı 50’den fazla köprü, geçit ve çevre yolu inşa edildi; sonraki dönemlere ışık tutacak birçok proje geliştirildi. Belediye kaynaklarının doğru kullanımı ve yolsuzluğun önlenmesi amacıyla olağanüstü önlemler alan Erdoğan, 2 milyar dolar borçla devraldığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin borçlarını büyük ölçüde ödedi ve bu arada 4 milyar dolarlık yatırım gerçekleştirdi. Böylece, Türkiye’nin belediyecilik tarihinde yeni bir çığır açan Erdoğan, bir yandan diğer belediyelere örnek olurken, bir yandan da halk nezdinde büyük bir güven kazandı.
Recep Tayyip Erdoğan, 12 Aralık 1997’de Siirt’te halka hitaben yaptığı konuşma sırasında, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından öğretmenlere tavsiye edilen ve bir devlet kuruluşu tarafından yayınlanan bir kitaptaki şiiri okuduğu için hapis cezasına mahkûm edildi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine son verildi.
Recep Tayyip Erdoğan, 4 ay kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra kamuoyunun ısrarlı talebi ve gelişen demokratik sürecin bir sonucu olarak 14 Ağustos 2001’de arkadaşlarıyla birlikte Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AK Parti) kurdu ve Kurucular Kurulu tarafından AK Parti’nin Kurucu Genel Başkanı seçildi. Milletin teveccüh ve güveni AK Parti’yi daha kuruluşunun ilk yılında Türkiye’nin en geniş halk desteğine sahip siyasî hareketi hâline getirdi ve 2002 yılı genel seçimlerinde üçte ikiye yakın parlamento çoğunluğuyla (363 milletvekili) tek başına iktidara taşıdı.
Hakkındaki mahkeme kararı nedeniyle 3 Kasım 2002 seçimlerinde milletvekili adayı olamayan Erdoğan, yapılan yasal düzenlemeyle milletvekili adaylığının önündeki yasal engelin kalkması üzerine, 9 Mart 2003’te Siirt ili milletvekili yenileme seçimine katıldı. Bu seçimde oyların yüzde 85’ini alan Erdoğan, 22. Dönem Siirt Milletvekili olarak parlamentoya girdi.
15 Mart 2003 tarihinde Başbakanlık görevini üstlenen Recep Tayyip Erdoğan, aydınlık ve sürekli kalkınan bir Türkiye idealiyle, hayatî öneme sahip birçok reform paketini kısa süre içinde uygulamaya koydu. Demokratikleşme, şeffaflaşma ve yolsuzlukların engellenmesi yolunda büyük mesafeler katedildi. Buna paralel olarak ülke ekonomisi ve toplum psikolojisini olumsuz yönde etkileyen ve on yıllardır çözülemeyen enflasyon kontrol altına alındı, itibarını yeniden kazanan Türk Lirası’ndan 6 sıfır atıldı. Devletin borçlanma faiz oranları aşağı çekildi, kişi başına düşen millî gelirde büyük artış gerçekleştirildi. Ülke tarihinde daha önce görülmemiş hız ve sayıda baraj, konut, okul, yol, hastane ve enerji santrali hizmete girdi. Bütün bu olumlu gelişmeler, bazı yabancı gözlemciler ve Batılı liderler tarafından “Sessiz Devrim” olarak adlandırıldı.
Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde ülke tarihinin dönüm noktası olarak nitelenen başarılı girişimlerine ek olarak, akılcı dış politikası ve yoğun ziyaret-temas trafiğiyle Kıbrıs sorununun kalıcı çözüme kavuşturulması ve dünyanın çeşitli ülkeleriyle verimli ilişkiler geliştirilmesi konularında önemli adımlar attı. Tesis edilen istikrar ortamı iç dinamikleri harekete geçirirken, Türkiye’yi bir merkez ülke hâline getirdi. Türkiye’nin ticaret hacmi ve siyasal gücü, yalnız içinde bulunduğu coğrafî bölgede değil, uluslararası alanda da hissedilir düzeyde arttı.
Recep Tayyip Erdoğan, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde %46,6 oy alarak büyük bir zafer kazanan AK Parti’nin Genel Başkanı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 60. Hükûmeti’ni kurdu ve tekrar güvenoyu aldı.
Recep Tayyip Erdoğan, 12 Haziran 2011 seçimlerinden de daha büyük bir zaferle çıktı ve % 49,8 oy alarak 61. Hükûmeti kurdu.
10 Ağustos 2014 Pazar günü, Türk siyasi tarihinde ilk kez doğrudan halkın oylarıyla ve ilk turda 12. Cumhurbaşkanı seçildi.
16 Nisan 2017 tarihindeki halk oylamasında kabul edilen Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının partili olabilmesinin önünün açılmasının ardından Recep Tayyip Erdoğan, 21 Mayıs 2017 tarihinde gerçekleştirilen 3. Olağanüstü Büyük Kongrede, kurucusu olduğu AK Parti’nin Genel Başkanlığına yeniden seçildi.
24 Haziran 2018 Pazar günü yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %52.59 oy oranıyla yeniden Cumhurbaşkanı seçildi.
16 Nisan 2017’de kabul edilen Anayasa değişikliği ile hayata geçirilen Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin ilk Cumhurbaşkanı olarak 9 Temmuz 2018 tarihinde yemin ederek görevine başladı.
Recep Tayyip Erdoğan, evli ve 4 çocuk babasıdır.
Kaan Sarıaydın 17 Eylül 1970 tarihinde Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitiminin ardından üniversite tahsilinin tamamlamak için yurt dışına gitti. Almanya’da Johann Wolfgang Goethe-University Frankfurt Main Germany İşletme bölümününde 1991 ve 1996 yılları arasında üniversite eğitimini tamamladı. Üniversite eğitiminin ardından kariyerine başlayan Kaan Sarıaydın ilk işine Amerikan Menkul Kıymetler Satış Departmanında asistan olarak başlamıştır. 1998 yılına gelindiğinde ise Alman Menkul kıymetlerinde trader olarak çalıştı.
2001 yıluına gelindiğinde ise dünyanın tanınmış ekonomi şirketlerindne biri olan Lehman Brothers International Limited’te kariyerine devam etti. Aynı zamanda dünyanın farklı ülke ve firimalarında alanında çalışmalar yürüttü. İlerleyen yıllarda İsviçre, Belçika, Londra Alman, Avusturya ve EASDAQ menkul kıymetleri şirketlerinde trader piyasa yapıcı uzman olarak çalıştı. Bu görevlerinin ardından Avrupa ve İngiltere menkul kıymetleri için piyasa yapıcısı olarakn 4 yıl görev aldı. Aynı zamanda burada Avrupa Banka sektörü için birim yöneticisi görevini yürüttü.
2006 yılına gelindiğinde ise MSPS Yetkili Yöneticisi oldu. Aynı zamanda Avrupa ülkeleri için portföy traderı olarak çalıştı. 2007 yılında GPS Yetkili Yöneticisi, Avrupa ülkeleri ve ABD için portföy traderı çalışmalarını devam ettirdi.
Kaan Sarıydın kendi kurduğu ve sahibi olduğu Tarkus adlı şirket ile ekonomi alanında çalışmalarını devam ettirdi. Aynı zamanda Türkiye’de birçok televizyon programında yayın konuğu olarak strateji, ekonomi ve küresel siyaset ile ilgili konuşmalar yaptı. Türkiye’de kısa sürede kamuoyunun tanıdığı bir isim haline gelen Kaan Sarıaydın aynı zamanda metasofi felsefesini kurdu ve teorik olarak bu alanda hizmet vermeye devam etti.
Türkiye’de komuyounu aydınlatma çalışmalarını devam ettiren Kaan Sarıaydın Mavigazetem’i ve Kızıl Elma Ocakları’nı kurdu. Faaliyetlerini Mavigazetem ve Kızıl Elma Ocakları olarak başta Türkiye olmak üzere dünya genelinde birçok ülkede ve ilde faaliyetlerini devam ettirmektedir. Kaan Sarıaydın Türkçe, İngilizce, Almanca, Latince ve Fransızca dillerini bilmektedir.
Kaan Sarıaydın uzun zamandır Beyaz TV’de Ferda Yıldırım’ın sunduğu Her Açıdan progrmaında konuşmalar yapmaktadır.
METASOFİ DÜŞÜNCESİ VE FELSEFESİ NEDİR?
Metasophie ilminin kurucusu Metasof & Ekonomist Kaan Sarıaydın’dır. Kaan Sarıaydın Metasophie felsefesi ile ilgili konferanslar, seminerler ve dersler vermektedir. “Metasophie ilmi, insanın kullanım kılavuzudur, insanın kendisidir. Ruh, akil ve beden üçgeninde insana, kendi lisaninin gramerini, yasam içerisinde evrensel döngülerle olan bağlarını öğretir.” açıklaması ile Metasophie tanımlamıştır.
Metasophie ilmini gelecek nesillere aktarmak ve bu ilimden faydalanmak isteyen insanlar için oluşturduğu eğitim grupları ve seminer çalışmaları ile insanlara “en büyük bilgeliğin kendini bilmek olduğunu” anlatmaktadır.
MAVİGAZETEM NEDİR?
Mavigazetem ekonomist, düşünür ve stratejist Kaan Sarıaydın tarafından kurulmuş bir internet basın yayın organıdır. Kaan Sarıaydın ve ekini burada siyaset, ekonomi, felsefe, uluslararası ilişkiler, küresel siyaset ve Türkiye ile ilgili konu ve meselelerde yayınlar yapmaktadır.
Kaan Sarıaydın Mavigazetem’in kuruluşunu şu şekilde açıklamıştır:
“Bütün Türk dünyasını tüm tarihi halkları, bütün islam dünyasındaki gönüldaşlarımızı inşallah alışılmış ve bilinmiş olanlar bilgilerin çok daha ötesinde bilgilendireceğim ve uyaracağım. Değerli dostlarımla ve gönüldaşlarımla çıktığımız bu yolda Allah bizi muvaffak etsin. Benim, sizin, bizlerin, tüm Türk ve İslam dünyasının bir ummanı olmak için Mavi Gazetem‘i kurduk. Mavigazetem herkese hayırlı olsun.”
KIZIL ELMA OCAKLARI NEDİR?
Kızıl Elma Ocakları Kaan Sarıaydın tarafından kurulmuş bir teşkilat ve organizasyondur. Ekonomist ve stratejist Kaan Sarıaydın Kızıl Elma Ocakları ile Türkiye’de ve diğer ülkelerde Türk millietinin sesini duyurmak, Turan fikrini canlandırmak ve Türkiye^yi uluslararası alanda büyük ve güçlü bir küresel güce sahip bir ülke haline getirmek için kurulmuştur. Kızıl Elma Ocaklarım ekibinde Kaan Sarıaydın ile birlikte Mesud Sali, Gizem Özkan, Özlem Öztürk ve İhsan Bingöl gibi isimler bulunuyor.
MAVİ EKONOMİ NEDİR?
Ünlü ekonomist Kaan Sarıaydın ekonomi ve finans alanındaki uzmanlık bilgilerini Türk milletinin milli menfaatleri doğrultusunda bir teoriye dönüştürerek hizmet etmek amacı ile Mavi Ekonomim programını başlattı. Mavi Ekonomim ille yerli ve milli bir ekonomik gelecek, kalkınma ve finans tratejisi için Kaan Sarıaydın ve ekibi çalışmalar yürütmektedir.
KIZIL HAREKET NEDİR?
Kızıl Hareket, Kızıl Elma Ocaklarım’ın gençlik hareket ve eylemlerini yürüteceği bir platform olarak Kaan Sarıaydın tarafından kurulmuştur. Kaan Sarıaydın ve ekibi Kızıl Elma gençlik hareketi için burada faaliyetler yürütecekler.
KIZIL ELMA ENSTİTÜLERİ
Kızıl Elma Enstitüleri Kaan Sarıaydın ve kip arkadaşları tarafından başta gençler olmak üzere milletimizin bütün fertlerine verilecek olan milli bir eğitim organizasyonudur. Bu enstitiüde ekonomiden siyasete birçok alanda eğitim ve kalkınma çalışmaları yürütülecek.
KAAN SARIAYDIN’IN İŞ TECRÜBELERİ VE BİLGİLERİ
1994 İLE 1995 ARASI
Bear Stearns Bank GmbH Frankfurt, Almanya
Amerikan Menkul Kıymetler Satış Departmanında asistan
Eylül 1996 – Mart 1998:
Lehman Brothers Bank AG, Frankfurt, Almanya
Alman Menkul kıymetleri için trader (piyasa yapıcı olarak)
Nisan 1998 – Şubat 2001:
Lehman Brothers International Limited, Londra
Alman, İsviçre, Belçike, Avusturya ve EASDAQ menkul kıymetleri için trader (piyasa yapıcı olarak)
Mart 2001 – Aralık 2004:
Morgan Stanley & Co. International Limited, Londra
Bir çok sektör (Teknoloji, Telekomünikasyon, Finansal) ve Avrupa ve İngiltere menkul kıymetleri için piyasa yapıcısı, Avrupa Bankaları sektörü için birim yöneticisi
Ocak 2005 – Temmuz 2006:
Morgan Stanley & Co. International Limited, Londra
MSPS Yetkili Yönetici ve tüm avrupa için portföy traderı
Ağustos 2006 – Temmuz 2007:
Lehman Brothers International (Europe), London
GPS Yetkili Yöneticisi ve tüm avrupa ve ABD için portföy traderı
Eylül 2007 – 2 Ocak 2009:
Morgan Stanley Menkul Değerler A. Ş., İstanbul
Genel Müdürü ve Yönetim kurul üyesi
Eğitim
Ekim 1991 – Haziran 1996:
Johann Wolfgang Goethe-University, Frankfurt/Main, Germany
İşletme
Kaan Sarıaydın, Türk lider. Girişimcidir. 17 Eylül 1970 tarihinde Ankara’da dünyaya geldi. Üniversite için yurt dışına gitti. Ekim 1991 ve Haziran 1996 tarihleri arasında Johann Wolfgang Goethe-University, Frankfurt Main, Germany İşletme bölümünü tamamladı. Eğitim hayatını başarı ile bitirdikten sonra kariyer hayatına ilk olarak Amerikan Menkul Kıymetler Satış Departmanında asistan olarak yer aldı.
1998 yılında Alman Menkul kıymetleri için trader olarak çalıştı. 2001 senesinde ise
Lehman Brothers International Limited, Londra Alman, İsviçre, Belçike, Avusturya ve EASDAQ menkul kıymetleri için trader yani piyasa yapıcı olarak çalıştı.
Daha sonra 4 yıl boyunca Avrupa ve İngiltere menkul kıymetleri için piyasa yapıcısı, Avrupa Bankaları sektörü için birim yöneticisi olarak görev aldı. 2006 yılında MSPS Yetkili Yönetici ve tüm Avrupa için portföy traderı ve 2007 yılında ise GPS Yetkili Yöneticisi ve tüm avrupa ve ABD için portföy traderı olarak görev aldı.
Tarkus adlı şirketin yöneticiliğini yapan Kaan Sarıaydın aynı zamanda Metasophie felsefesinin temsilcisidir.
Metasophie ruhun bedendeki bilinmeyen gramerine hakim:
Asırlardır gizlenen, anlatılmayan ilim Metasophie ilmidir! Dünya ilim üzerine tanzim edilmiştir. İnsan AKIL ve RUH olarak bir bedende iki unsur olarak var olmuştur. Metasophie kişiye RUH’un yaşam içerisindeki varlığının nedenini, gerekliliğini anlatan ilimdir. Metasophie ilminden faydalanmış bir insan RUH ve AKIL olan iki unsurun birbiriyle olan lisanını gramerini öğrenir ve bu sayede kendini keşfeder. Kendini keşfetmiş insan yaşamı boyunca yaşadığı durumların kendisinde bıraktığı izler ne olursa olsun nerede tutacağını bilir ve yaşayacağı durumların değerlendirmesini daha iyi analiz etmiş olur. Metasophie mükemmel ötesi bir ilimdir… Bu ilim insanoğlunun zaman ve zamansızlık arasındaki yolculuğunu tüm evreleriyle hemde tüm bilimsel donatılarıyla ortaya sermektedir. İnsanı bütünüyle yani bir bedende iki insanı anlatıyor. Bu iki unsurun tüm verilerini iki farklı kutup başında toplayan ve bu iki farklı kutup başı verilerini bir aküde (yani yaşamda) birleştiren ve bu birleşmeden enerji elde eden bir ilimdir… Metasophie ruhun keşfini ve ruhun bedendeki siluetini, ruhun akıl ile bağını, içsel güdülerin yaşam içerisindeki şifrelerini ve bu şifreler sayesinde zamansızlık yolculuğunun nasıl gerçekleşebileceğini anlatır… İnsanın tüm şifrelerini anlatan bu ilim uygulandığında her zaman bir sonraki hatta bir kaç sonraki karşı refleksleri önceden görebildiği için doğal olarak tüm süreçlerde belirleyen taraf yapar.
METASOPHİE ASIRLARCA SAKLI BİR HAZİNE OLARAK KALMIŞTIR … İNSAN İÇİN GEREKLİMİDİR? TABİKİ GEREKLİDİR…HATTA OLMAZSA OLMAZDIR… RUH GÖRÜLMEYEN TAM KEŞFEDİLEMEMİŞ BİR UNSURDUR. İNSANLAR YAŞAM İÇERİSİNDE YORGUN DÜŞMEKTE. YAŞAM İÇERİSİNDE YAŞADIKLARI ONLARI RUHEN YORMAKTA VE ÇIKIŞ YOLU BULAMAMAKTA ÇÜNKÜ RUHUNU TANIMAMAKTA, İÇİNDEKİ KENDİYLE ANLAŞAMAMAKTA. BU YAŞAM İÇERİSİNDEKİ GİRDAPLARDA SIKIŞMIŞ BİRİ GİRDİĞİ KARANLIKTAN ÇIKIŞ YOLU ARAMAKTADIR VE KİŞİNİN DOKTORU YİNE KENDİSİDİR. METASOPHİE KİŞİYE HALİNİ, KENDİNİ VE GİRDİĞİ KARANLIKTAN ÇIKMAYI VERMEKTEDİR. BU NEDENLE METASOPHİE OLMAZSA OLMAZDIR YOKSA HAYATTA SORUNLAR KARŞISINDA YORGUN DÜŞEN İNSANLAR ÇAĞDAŞ DÜNYANIN ÇAĞDAŞ TIBBIN TEDAVİ YERİNE 3 U UYGULAMASIYLA YAŞAMLARINA EKSİK BİR ŞEKİLDE UYUMA, UYUŞTURMA VE UNUTTURMA ÇARKININ ARASINDA YOĞRULUP YAŞARKEN KENDİNİ KAYBETMEKTEDİR. METASOPHİE İLMİ TÜM BU GİRDAPLARIN ÇIKIŞ YOLUNU, GİRİLEN KARANLIKLARDA KİŞİYE RUHUNDAKİ FENERİ YAKMASINI VE YARINLARI İÇİN TEKRAR AYNI KARANLIK VE GİRDAPLARA GİRMEMESİ İÇİN PUSULA OLUR.
Metasophie kendini bilmek ve yaşam içerisinde evrensel döngülerle olan bağını öğrenmek demektir. Güneşin doğuşundan batışına kadar havanın sıcaklık seviyesinden günün aydınlık ve karanlık, gündüz ile gece değişimine kadar ruhunun evrenle iletişimi vardır.
Düşünce olarak özgür olabilirsin ama senin bir ruhun vardır ve ruhunun enerji seviyesini sen iradenle belirleyemezsin. Ruhun evrensel döngülerle iletişimli olduğu için değişimler yaşamaktadır. Enerji seviyesinde oluşan değişimler ve bu değişimlerde senin yapman ve yapmaman gereken eylemler vardır. Matematiksel olarak bu değişimlerin zamanlamaları hep verilmiştir, kullanım kılavuzunda yazılıdır ve bu kullanım kılavuzu sensin! Senin yüzüne ve avuçlarının içinde yazılmıştır. Metasophie bu yazılımı senin anlayacağın şekilde tercüme eder ve sana gün içerisinde hangi zaman dilimlerinin pozitif hangi zaman dilimlerinin negatif olduğunu öğretecek ve yaşamını ona göre dizayn edeceksin. Örneğin yanlış bir zamanlamada senin için çok önemli bir görüşmeye girdiğinde kaybedersin üzülürsün. Metasophie ile ilgilendiğinde geçmiş dönemlerinde senin için olumsuz geçen süreçlerin sana verilecek olan zamanlamanda negatif zamanlama sürecinde olduğunu görecek ve bu muazzam bir şey diyeceksin ve kendinden nasıl habersiz olduğunun farkına varacaksın…
Kaan Sarıaydın Metasophie Kuruluş Hikayesi
Metasophie ilminin kurucusu Metasof & Ekonomist Kaan Sarıaydın “Metasophie ilmi, insanın kullanım kılavuzudur, insanın kendisidir. Ruh, akil ve beden üçgeninde insana, kendi lisaninin gramerini, yasam içerisinde evrensel döngülerle olan bağlarını öğretir.” diyor.
Kaan Sarıaydın, Metasophie ilminin neden ihtiyaç olduğunu şu sözleriyle açıklamıştır “Ruhuyla konuşmayı başaramayan insan kendi şifrelerini bilmeyen insandır! Ruhunun dilini bilmeyen insan ne yaşadığı anın tadını çıkarabilir nede yarınları hakkında fikir sahibi olabilir.”
Ankara’da dünyaya gelen Kaan Sarıaydın, 1996’li yıllarda Johann Wolfgang Goethe-Üniversitesindeki İşletme yüksek öğreniminin ardından, dünyanın ileri gelen uluslararası finans kuruluşlarında trader olarak iş hayatına ilk adımını atması, seçmiş olduğu kariyer alanında, ona, Metasophie ilmiyle tanışmasına giden yolun onunu açmıştır. Kaan Sarıaydın yöneldiği ve gerçekleştirdiği her işte “basarinin” vazgeçilmezlik ilkesini benimsemiş, yaratıcı bireyin girişimci özgürlüğü ve liderliği ile ekonomilere, şirketlere ve devlet başkanlarına “daha başarılı bir ekonomi için” katkıda bulunan, lider bir ekonomist olmuştur. Lehman Brothers, Morgan Stanley gibi kurumsal firmalarda CEO olarak kariyer hayatını sürdürmüş olan Kaan Sarıaydın, 2008’li yıllardaki finansal krizden sonra öncü girişimleriyle, uluslararası finans ve kriz deneyimlerini toplumlara aktarmak için birçok konferans ve davetlerde yer alarak Anadolu’nun her bir kösesindeki insanların sorularını cevaplayarak gönül seferberliği ilan etmiştir.
Metasophie ilmini gelecek nesillere aktarmak ve bu ilimden faydalanmak isteyen insanlar için oluşturduğu eğitim grupları ve seminer çalışmaları ile insanlara “en büyük bilgeliğin kendini bilmek olduğunu” anlatmaktadır.

1994 – 1995:
Bear Stearns Bank GmbH Frankfurt, Almanya
Amerikan Menkul Kıymetler Satış Departmanında asistan
Eylül 1996 – Mart 1998:
Lehman Brothers Bank AG, Frankfurt, Almanya
Alman Menkul kıymetleri için trader (piyasa yapıcı olarak)
Nisan 1998 – Şubat 2001:
Lehman Brothers International Limited, Londra
Alman, İsviçre, Belçike, Avusturya ve EASDAQ menkul kıymetleri için trader (piyasa yapıcı olarak)
Mart 2001 – Aralık 2004:
Morgan Stanley & Co. International Limited, Londra
Bir çok sektör (Teknoloji, Telekomünikasyon, Finansal) ve Avrupa ve İngiltere menkul kıymetleri için piyasa yapıcısı, Avrupa Bankaları sektörü için birim yöneticisi
Ocak 2005 – Temmuz 2006:
Morgan Stanley & Co. International Limited, Londra
MSPS Yetkili Yönetici ve tüm avrupa için portföy traderı
Ağustos 2006 – Temmuz 2007:
Lehman Brothers International (Europe), London
GPS Yetkili Yöneticisi ve tüm avrupa ve ABD için portföy traderı
Eylül 2007 – 2 Ocak 2009:
Morgan Stanley Menkul Değerler A. Ş., İstanbul
Genel Müdürü ve Yönetim kurul üyesi
Eğitim:
Ekim 1991 – Haziran 1996:
Johann Wolfgang Goethe-University, Frankfurt/Main, Germany
İşletme
Yabancı Diller:
İngilizce : Çok iyi
Almanca ve Türkçe: Ana dil
– Şu Anda3 yıl 2 ay
– Şu Anda11 yıl 3 ay
Guest host in various Turkish TV channels, Columnist at various newspapers and magazines,
since 2015 writer for “Derin Ekonomi” (monthly economics magazine)
Speaker at national and international finance and economics summits.
– 10 ay
İstanbul
– 3 yıl 1 ay
Istanbul, Turkey
Active consultant in acquisition of financial companies, M&A in various sectors (financial services, healthcare, energy, technology).
– 2 yıl
Istanbul, Turkey
– 1 yıl
London, United Kingdom
5 yıl 4 ay
– 1 yıl 7 ay
London, United Kingdom
– 2 yıl 1 ay
London, United Kingdom
– 1 yıl 9 ay
London, United Kingdom
Lehman Brothers
– 2 yıl 11 ay
– 2 yıl
Frankfurt Am Main Area, Germany
– 2 yıl
Frankfurt Am Main Area, Germany
–
Thesis: “Application of Neural Networks in Financial Analysis”
Sosyal iletişim/paylaşım websiteleri, üyelerinin birbirleri ile çevrim dışı ya da çevrimiçi profil oluşturarak ad, soyad, fotoğraf, ülke, cinsel tercih ve mesleki bilgiler ile hobi, favori kitap, sinema, televizyon programı vb. kişisel ilgileri kullanarak iletişim kurmalarını sağlayan bir online iletişim hizmeti kategorisidir.
Sosyal paylaşım siteleri bireylerin kendilerini ifade etmelerine, sosyal ağları kullanmalarına ve bu sanal alanlarda ilişkilerini sürdürmelerine olanak sağlamaktadır. Bu sitelerden en bilenenleri arasında genel olarak çalışma yaşamına yönelik LinkedIn.com, romantik ilişki kurma amacı taşıyan MySpace.com ya da çoğunlukla üniversite öğrencilerinin üye olduğu Facebook.com yer almaktadır.
Harvard Üniversitesi öğrencisi Mark Zuckerberg, Andrew McCollum ve Eduardo Saver’in da yardımıyla Şubat 2004’te “The Facebook” kurulmuştur. Zuckerberg tarafından yatılı öğrenci evlerinde kalan bireylerle iletişim kurabilme amacı ile oluşturulan “The Facebook”unismi 2005 Ağustos’ta “Facebook.com” olarak değiştirilmiştir. Facebook ismi, Amerikan üniversitelerinde öğretim üyesi ve öğrencilerin birbirlerini tanımak için isimlerinin yer aldığı “paper facebook” uygulamasından alınmıştır. Sadece Harvard Üniversitesi kampüsünde kullanılan facebook, 2004 yılında okul sınırlarını zamanla aşarak aynı yıl içinde Harvard Üniversitesi’nin yanı sıra Boston Üniversitesi ve Boston College öğrencileri arasında kullanılmaya başlanmış; 2005 yılının sonlarına doğru İngiltere ve Kanada’daki üniversite öğrencileri arasında kullanımı yaygınlaşmıştır.
Daha sonra Amerika, Kanada, Meksika, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve İrlanda’daki 25.000’den fazla üniversite öğrencisi arasında popüler olmuştur. Microsoft, Amazon ve PepsiCo gibi ticari şirketler başta olmak üzere 4000’den fazla organizasyon 2006 yılında facebookun tanınmasına katkıda bulunmuştur. Aynı yıl içinde facebook aracılığı ile bir yandan üniversite ağı genişlerken, diğer yandan da kullanıcılarının özellikle lise arkadaşlarını da arkadaş listelerine ekleyerek üye olmaları sağlanmıştır. Eylül 2006’da Facebook, e-posta adresi olan tüm internet kullanıcılarını üyeliğe kabul etmeye başlamıştır. Bugün facebook, dünyanın en yaygın sosyal paylaşım sitesi devi olarak 67 milyon aktif kullanıcıya ulaşmıştır. Genellikle çevrimiçi sosyal paylaşım sitesi olan ve temelde üniversite öğrencilerinin kullanması için oluşturulan facebook; son zamanlarda öğretim üyeleri ve öğrenciler, akademik kurum ve kuruluşlar başta olmak üzere her kesimden bireyin üyesi olduğu geniş bir katılıma ulaşmıştır.
Facebook’un da diğer sosyal paylaşım sitelerinde olduğu gibi kişisel bilgilerin ve arkadaş listelerininyer aldığı kişisel profil sayfası bulunmaktadır. Kullanıcılar başkalarına mesaj gönderebilmekte, kenditercihlerine bağlı olarak sosyal gruplara katılabilmekte, fotoğraf paylaşabilmekte,kişisel websitelerini ekleyebilmekte, kendi sayfalarında toplumsal mesajlar verebilmektedirler. Ayrıca facebook kullanıcıları, başka kullanıcıların arkadaşlarını kendi listelerine ekleyebilmektedirler. Bu “arkadaşlık” süreci facebook kullanıcısının başka bir kullanıcıyı kendi arkadaş listesinde bulunması için davet etmesi ve karşı tarafın da bu daveti kabul etmesi ile başlamaktadır. Böylece oluşturulan arkadaş listesinde; daveti kabul eden bireyin resim ya da ilgili linki üzerine tıklanarak karşılıklı iletişimin kurulması sağlanmaktadır.
Facebook’un 2009 Haziran ayı istatistiklerinegöre dünyada 202.727.740 milyondan fazla üyesi bulunurken, her gün facebook’a 120 milyon giriş yapılarak en az bir kez ziyaret edilmektedir. Kullanıcıların 2/3’sinden fazlası üniversite dışındaki bireylerden oluşmakta ve en hızlı büyüyen grubu 35 yaş ve üstündeki bireyler oluşturmaktadır. Facebook’ta bir kullanıcı, site içinde ortalama 120 arkadaşa sahiptir ve dünya genelinde toplam 5 milyar dakikadan fazla zaman geçirilmektedir. Anlık 30 milyondan fazla kullanıcı; sayfasını her gün en az bir kere güncellemekte ve 8 milyondan fazla kullanıcı her gün bir “Pages / Sayfa”ya internet literatürü ile ifade edilecek olursa “fan” olmaktadır. Ayrıca her ay 1 milyardan fazla fotoğraf; 10 milyondan fazla video yüklenmekte, 2.5 milyondan fazla etkinlik açılmaktadır. Her hafta 1 milyardan fazla link, not, fotoğraf gibi içerik paylaşılmakta, 45 milyondan fazla aktif kullanıcı grubu bulunmaktadır. 50’den fazla dil kullanımına imkân verilirken, 40 yeni dilin kullanımı için de çalışmalar sürdürülmektedir. Kullanıcıların %70’ini Amerika kıtasının dışından bireyler oluşturmaktadır. 180 ülkeden 1 milyondan fazla girişimci facebook ortamında yer almaktadır. Her ay facebook kullanıcılarının %70’inden fazlası platform uygulamalarını kullanırken, 350 binden fazla aktif uygulama bulunmaktadır. 200’den fazla uygulamanın 1 milyondan fazla aylık aktif kullanıcısı bulunmaktadır. 15 binden fazla web sitesi, araç ya da uygulama Facebook Connect ile Aralık 2008’den itibaren çalışmaya başlamıştır. 30 milyondan fazla aktif kullanıcı facebooka mobil cihazlarından ulaşmaktadır. Facebooku mobil olarak kullananlar, kullanmayanlara göre %50 daha fazla aktif durumdadırlar. 50 ülkede, 150’den fazla mobil operatörle çalışılmakta ve Facebook mobil ürünlerinin tanıtımı yapılmaktadır.
Türkiye ise 2009 Haziran ayı itibariyle dünya genelinde kullanıcı sayısı en hızlı artan ülkelerden birisi olarak yaklaşık 10.119.280 milyon kişiye ulaşmıştır. Bireyler tarafından facebook; çevrimiçi olarak kendi ağlarına ekledikleri arkadaş, akraba vb. bireyler ile ya da yeni birileri ile tanışma amacına yönelik olarak kullanılmaktadır. Çevrimiçi profil, bireylerin birbirlerinin sayfalarına yorumlar (tag) eklemelerini ve birbirlerinin profilini gören arkadaşların bir araya gelmelerini sağlamaktadır. Aynı zamanda bu profil ile Facebooka bireylerin üye olmaları; genel olarak ortak ilgilere ve aynı sınıfta olmalarına, birbirlerinin hobilerini öğrenmelerine,müzik zevklerini paylaşmalarına, romantik ilişki kurmalarına dayanmaktadır.Facebooku diğer sosyal paylaşım sitelerinden ayıran özelliği uygulama (application) eklentisidir. Facebook üzerinde gerek sitenin kendisinin gerekse kullanıcıların oluşturduğu 7000’den fazla uygulama bulunmaktadır. Bireyler arasında ilişki ve etkileşim kurulmasını sağlayan bu uygulamalar genellikle arkadaşlarla fotoğraf ve resimlerin paylaşılmasını sağlayan sosyal iletişimin bir parçası olmaya hizmet etmektedir. Böylece kullanıcılarının tekrar tekrar siteye girmeleri ve uzunca bir süre bilgisayarlarının başında kalmaları sağlanmaktadır.
Şengül Hablemitoğlu ve Filiz Yıldırım
1079-1142 ylllan arasında yaşamış olan ünlü Ortaçağ filozofu. Temel eserleri Sic et Non, De unitate et trinitate ve Diologus inter philosophum, ju-dDeum et christianum’dur. Mantık, ahlak ve teoloji konusundaki araştırma ve görüşleriyle tanınan Abelardus, tümeller kavgası’nda, nominalistlerle birlikte, genel kavram ya da sözcüklerin gosterdiği ya da karşılık geldiği hiç bir tek şey bulunmadığını ve varolan herşeyin bireylerden ibaret olduğunu kabul etmiştir.
Fakat bu noktada kalmayıp, buradan gene sözcüklerin anlamdan yoksun olduğu sonucunun hiç bir şekilde çıkmadığını öne süren Abelardus’a gore, güçlük, insan zihninin soyutlama yapma, soyutlamalar oluşturma gücüne sahip bulunduğunu kabul etmekle çözülür. Buna gore, insan zihni yalnızca bireylerin, oörneğin Platon’un ve Sokrates’in kavramlarına sahip olmakla kalınmaz, fakat bu bireylerin çeşitli yonlerine ilişkin genel fikir ve kavramlara ulaşır.
Kavram realizmfnden olduğu kadar, nominalizmden de uzak duran Abelardus, kavramcılığı benimsemiştir; nitekim, ona gore, bir tümelin iki şekilde varolduğu soylenebilir: 1 Tümel, ortak bir benzerlik olarak tikellerde ya da bireylerde varolur, ve 2. tümel, zihnin dikkatini söz konusu benzerlik üzerine yoğunlaştırmasının sonucunda oluşan bir kavram olarak, insan zihninde varolur.
Tiimeller kavgasında inanç-akıl ilişkisi üizerinde de duran Abelardus, akıl yürütme yoluyla ortaya konmulmuş olan inancın yalnızca bir bağlantısı olup, zorlamaya dayanmadığını öne sürmüştür. Dolayısıyla inancın verileri üzerinde akıl yürütmesi gerektiğini öne süren filozof inancı ve vahiy karşısında iradeci değil de, entellektüalist bir tavır takınmıştır. Tanrının var olduğu sonucuna gerçekten var olanla geçici olan arasındaki karşıtlık üzerinde düşünmek ve bedenin zihne olan bağımlılığını genelleşttirmek suretiyle varan Abelardus, yaratmanın iradenin keyfi bir eylemi olmayıp, Tanrının en iyi olanı seçme zorunluluğunu yansıtan bir eylem olduğunu söylerken, bu konuda Augustinus’un örnekçiliğini bensimsemiştir.
Yaşamnının son döneminde, daha çok teolojinin kapsamı içinde kalan konulan ele almış olan Abelardus, antik dönem filozoflannın erdemlerinden ve Hristiyan vahyinin birtek temel öğretisi yoluyla bulmuş olmalarından övgüyle söz etmiştir. Günah kavramını da çözümleyen Abelardus, insan davranışlarının insanı tanrının gözünde ne daha iyi, ne daha kötü yapabileceğini, zira davranışların kendi başlarına ne iyi ne de kötü olduğunu savunmuştur. Ona göre, Tanrı katında iyi olan niyettir ve günah, davranışla degil de, insan aklının ürünü olduğunu bildigi bir şeye rıza göstermesiyle olur. Başka bir deyişle, bir eylem ya da sonuç ahlakından çok bir niyet ahlakı geliştiren Abelardus, gerçek ahlakın eylemden çok zihinde olduğunu öne sürmüştür.
Ahmet Cevizci
Devletşâh’ın tezkîresinde kendisinden “Adâletli, bilgili, kahhâr ve himmet sahibi bir padişah idi. Yıldızlar ilmindeki derecesi yüksekti. Bu ilmin inceliklerine vâkıftı. Âlimlere çok hürmet ederdi. Onun zamanında ilim ve fazilet sahiplerinin mevkii çok yüksek idi. Kendisi hendese ve heyet ilimlerini çok iyi bilirdi. Âlim ve fâzıllar İslâm devrinde ve hatta İskender-i Zü’lkarneyn zamanından şimdiye kadar geçen müddet içinde onun gibi bir padişâhın saltanat tahtına oturmadığında müttefiktirler.” diyerek tebcil ettiği, Timur soyunun en ışıltılı mensuplarından birisi ve Timur’un küçük oğlu Muiniddin Şahruh’un oğluydu. Babası tarafından, 1409’da Semerkand merkez olmak üzere bütün Mâverâünnehir’in idâresi kendisine verilmiş, yaklaşık 40 yıl boyunca bu geniş sâhada emîr olmuştur.
Uluğ Bey’in siyâsî hayâtı babasının ölümünden (1447) îtibâren parlak gitmemiş, büyük oğlu Abdüllatif’le tahtını kaybetmesiyle sonuçlanacak ihtilâflar yaşamış, uğradığı yenilgi sonucunda her şeyi bırakıp Hacca gitmek için izin istemesine ve bu izni almasına rağmen, vaziyetin tehlike kesbedeceğini düşünen ordu kumandanlarının kışkırtmasıyla, yola çıktıktan bir süre sonra Semerkand yakınlarında katledilmiştir. Böylece geniş Timur coğrafyasında babası ve dedesi gibi etkin bir hükümdarlık süremeden yaklaşık 3 yıl egemen olabilmiştir. Öldürülmesini, oğulları arasındaki nizâ dışarıda tutulursa vergileri çevresine dağıtmayıp ilmî faaliyetlere hasretmesine bağlamak da mümkündür.
Uluğ Bey, dedesinin devlet merkezini bir kültür ve medeniyet merkezine dönüştürme faaliyetlerinin en verimli meyvesi olarak ortaya çıkmış çok büyük bir matematikçi ve astronomdu. Kurduğu Semerkand Rasathânesinde vücuda getirilen astronomi tabloları, teleskobun îcâdına kadar gök incelemeleri için önde gelen referanslar olmuştur. Ayrıca kendisinden önce kullanılan ve Nâsuriddîn Tûsî’nin düzenlediği, Zîc-i İlhânî olarak bilinen astronomi cetvellerindeki hatâları düzeltmiş, 1437 – 1440 yılları arasında derlendiği düşünülen ve kendi adıyla anılan bir zîc oluşturmuştur. Bu zîc’in iki makalesi ilk defa 1650’de Londra’da basılarak başka Avrupa dillerine de çevrilmiş ve 17. asra kadar en mükemmel yıldız kataloglarından biri kabûl edilerek birkaç asır boyunca Osmanlı Devleti tarafından da resmen kullanılmıştır.
Uluğ Beyin günümüze intikâl eden bir diğer önemli eseri ise görkemli bir eğitim yuvası olmak üzere inşâ ettirdiği Semerkand Medresesi’dir. 1417’de yaptırılan anıtsal binâda hem dinî hem diğer ilimler okutulmuş, ayrıca yapı Timur rönesansının maddî unsurlarından biri olarak Türk sanat târihi içinde kıymetli bir bağlama oturmuştur.
Etrâfına zamânın en önde gelen âlim ve mütefekkirlerini toplayan, musâhipleri arasında Kadızâde ve Gıyâseddin Cemşîd’den başka Hoca İsmetullah Buhârî, Mevlânâ Bedahşîi Semerkandî, Mevlânâ Celâleddin Neffâsî gibi isimlerin yer aldığı; üstün bir zekâ ve hâfızaya sâhip olduğunu Devletşâh’ın naklettiği olaylardan bildiğimiz, ölümü üzerine düşürülen târihlerden birinde, “İlim ve hikmet denizi ve peygamberin dininin istinatgâhı” olarak yüceltilen ve belki de Platon’un her zaman özlemini çektiği filozof-hükümdâr tipinin felsefeden ziyâde sayısal ilimlerle yücelmiş görkemli bir örneği olan Uluğ Bey, esâsında siyâsî târihimizden çok bilim târihimizin mümeyyiz bir sembolü hâlinde ata topraklarımızda parıldamakla sâdece oranın bugünkü çocukları için değil, Türk milletinin bütün evlâtları için, evrensel ölçüde medenî hamlelerimizin güzîde bir numûnesi olarak intikâl ettiği târihin ortasında haklı bir gurur kaynağı olmaya devam ediyor.
Göktürk Ömer Çakır
1332’de vefât eden ve Garibnâme adlı kitabıyla Anadolu sâhasındaki ilk Türkçe eseri veren, “Türk diline kimse bakmaz idi / Türklere hergiz gönül akmaz idi / Türk dahi bilmez idi bu dilleri / İnce yolu ol ulu menzilleri.” mısrâlarıyla mâruf büyük dedesi Âşık Paşa’ya nisbeyle anılan Âşıkpaşaoğlu’nun en büyük dedesi, 1240’ta Türkiye Selçuklularına karşı heterodoks Babâî ayaklanmasının başını çeken Vefâî Türkmen dervişi Şeyh Ebü’l-Bekā Baba İlyâs-ı Horasânî’dir. Bu dervişin sergüzeştini anlatan en önemli kaynaklardan Menâkıbû’l-kudsiyye’nin yazarı da Âşık Paşa’nın oğlu ve Âşıkpaşaoğlu’nun dedesi Selman’ın kardeşi Elvan Çelebi’dir. Görüldüğü üzere Âşıkpaşaoğlu, Anadolu Türk târihinin en eski ve önemli Türkçe kaynaklarını ortaya koyan entelektüel bir âileye mensuptur. Kendisi, Elvan Çelebi’nin bir zâviye kurarak ömrünü geçirdiği Çorum Mecitözü’ndeki Elvan Çelebi Köyünde doğmuştur ve bir diğer Osmanlı târihçisi Oruç Bey’in “Şehr-i Konstantîn’de bir azîz vardı. Derviş Ahmed Âşıkî derlerdi. Cihân-dîde, sâl-hûrde yüz yaşında pîr idi” kaydından öğrendiğimize göre uzun bir ömür sürmüştür.
Âşıkpaşaoğlu (II.) Bâyezid dönemi târihçiliği içinde ele alınır ve kendisinden önce Osmanlı târih yazıcılığının başka örnekleri bulunmaktadır; fakat o Osmanlı târihini standart ölçülere kavuşturup derli toplu anlatan ilk yazardır ve sonraki yazarlar kuşağını da bu anlamda etkilemiştir.
Çelebi Mehmed, (II.) Murad ve Fâtih devirlerinin tamâmı ile (II.) Bâyezid’in ilk yirmi yılının tanığı olan Âşıkpaşaoğlu eserinin Yıldırım Bâyezid devrine kadar olan kısmını, Musa Çelebi üzerine yürüyen Mehmed Çelebi’nin birliklerine katılıp hastalanması üzerine Geyve’de evinde konakladığı Orhan Gazi’nin imamı İshak Fakih’in oğlu Yahşı Fakih’in kaleme aldığı ve ilk Osmanlı târihi olarak bilinen eserden istifâde ederek, (II.) Murad ve Fâtih devirlerini de kendi gözlemlerine dayanarak ve muhtemelen bu konaklamadan 70 yıl kadar sonra, 1484’te yazmaya başlamıştır. Müellifin, eserinde (II.) Bâyezid’in Karaboğdan Seferi esnâsında yazmaya başladığını ve bu târihte 86 yaşında olduğunu belirtmesi sâyesinde doğum yılı tesbit edilebilmiştir.
Âşıkpaşaoğlu Târihi, Eski Anadolu Türkçesi’nin hususiyetlerini yansıtan ve daha ziyâde halka, askerî zümrelere okunmak üzere epik bir dille kaleme alınmış bir eserdir. Halil İnalcık’a göre müellifin, târihini, belki de daha doğru söyleyişle menâkıbnâmesini, yazmasının esas sebebi, bunu kendisinden isteyen Vefâî dervişlerinin talebi doğrultusunda kendi âilesi ve Vefâî şeyhi Edebalı’nın devletin kuruluşunda oynadığı rolü ortaya koymaktı. Ayrıca eserde Osmanlı pâdişahlarının da örtülü bir dille, genelde suçu bir bürokrata veya bir kadına atarak, yerildiği görülür. Âşıkpaşaoğlu, bilhassa Fâtih’in merkeziyetçi politikalarının sonucu olan ve emlâk meselelerinde kendisine de dokunan bâzı uygulamalarının ondan önceki sultanların takdir ettiği uygulamalarını övmek sûretiyle eleştirisini de yapmıştır. Bu da eserin standart oluşturmakla birlikte resmî bir metin olmadığını göstermektedir.
Göktürk Ömer Çakır
Türkler arasında, bilhassa Azerbaycan ve Doğu Anadolu Türkleri’nde bir şahıs adı olarak da yaygın kullanılan abdal kelimesi daha çok Anadolu ve Rumeli’de başıboş dolaşan derviş zümrelerini veya bilhassa Kalenderî dervişlerini içermektedir. Bir tasavvuf terimi olarak 9. asırdan bu yana bilinen, 13. asırdan îtibâren İranlı ve Türk şâirlerin eserlerinde geçen bu kelime Fuad Köprülü’ye göre daha ziyâde ricâl-i gayb nazariyesiyle ilgili gibidir. Üçler, yediler, kırklar, kutup ve abdallar gibi adlarla anılan ve Allah tarafından dünyanın düzenini korumak üzere seçilen bu görünmeyen uluların, evliya ve sûfî zümrelerinin hayatları hakkındaki bilgiler de menkıbevi bir nitelik arz eder. Bu zümrelerin Türkiye Selçuklularının yıkılış döneminde, 1240’taki Babâîlik isyânıyla siyâsî ve toplumsal bir hercümerce sebep oldukları, burada dağılan bazı unsurlarının da bilhassa Osmanlı’nın kuruluşunda faal bir rol oynadıkları ve özellikle Bektâşîliğin bir tarîkat olarak teessüsünden îtibâren bu zümrenin içinde eridikleri düşünülmektedir. Bu bâtınî meşrepli hareketlerin 14 – 15. asırdaki temsilcilerinden birisi de pîri Abdal Musa’yla birlikte Bektâşîliliğin ulularından biri hâline dönüşmüş olan Kaygusuz Abdal’dır. Dr. Rıza Nur’un Ahmed Sırrı Baba’dannaklettiğine göre Kaygusuz’un pîri Abdal Musa ve Hacı Bektaş, amca çocuklarıdır.
Menkıbesine göre Alâiye sancak beyinin oğlu olup Gaybî adını taşıyan pehlivan, binici ve okçu bu bey oğlu, bir av sırasında vurduğu geyiğin peşine takılıp Abdal Musa’nın dergâhına ulaşmış. Orada bahsi geçen pîrin karşısına çıkarılıp peşine düştüğü geyiğin buraya geldiğini söyleyince Abdal Musa ona okunu tanıyıp tanıyamayacağını sormuş ve müsbet cevap alınca kolunu kaldırıp koltuğuna saplanan oku Gaybî Beye göstermiş. Bunu gören Gaybî Bey inkıyâd edip şeyhin hizmetine girmek istemiş; fakat ondan şu cevâbı almıştır: “Oğlum! Bu erenler yoluna gitmekliğe mutlak mücerredlik gerekdir. Sonunu düşünmeyüp sonra pişmân olmakdan dek durmak yeğdür. Zirâ kim, bu yol, ince; sarp bir yoldur ve bu yolun derd ü belâsı, mihnet ü cefâsı boldur (…) Senin pederin bir sancak beğidir. O sana riyâzatı çekmeğe rızâ vermez. Var imdi pederinden icâzet al, ondan sonra bizim katımıza gel. Gönlüne de danış ki, sonra pişmân olmayasın.” Gaybî Bey, babasından pîrin istediği icâzeti alamadığı gibi, dağlarda geyik kılığında dolaşan bu pîrin kerâmeti üzerine onun dergâhına kapağı atan oğlunu engellemek isteyen babası, Teke Beyinin de yardımıyla Abdal Musa’nın üzerine yürümek istemiş; fakat Abdal’ın ve müridlerinin kerâmetleriyle yenilgiye uğramışlar. Olaylar pîrinin dediği gibi gelişen ve ancak bu gulguleden sonra babasının izniyle dergâhta kalan Gaybî Bey, beylikten ve bütün imkânlarından vazgeçtiği için, şeyhinin “Gaybî kaygudan rehâ buldun / Şim’den sonra Kaygusuz oldun” hitâbıyla Kaygusuz mahlasını almış. Kırk yıl Abdal Musa’ya hizmeti tâkiben izin isteyerek pîrinin yanına kattığı kırk abdal eşliğinde önce Mısır’a sonra da hacca gitmiş. Dönüşte Hz. Ali ve ehl-i beyt imamlarının türbelerini ziyâret eden Kaygusuz, bu yolculuktan sonra tekrar Abdal Musa’nın dergâhına avdet etmiş. Dr. Rıza Nur, farazî hesaplara dayanarak “742’de (1341) doğmuştur. 58 yaşında Mısır’a gelmiştir. 848’de ölmüştür. Yani 106 yıl yaşamıştır” dese de Kaygusuz’un doğum târihi bilinmemektedir. Ölüm târihi de şifâhî rivâyetlere dayanmaktadır. Dr. Rıza Nur kendisinden “Âlim ve kahramandır. Ateşli ve heyecanlı, orijinal bir şâirdir. Dirâyetli bir misyoner ve teşkilatçı”dır sözleriyle bahsetmiştir.
Şiirleri kendisinin Yûnus Emre’nin ilk tâkipçilerinden olduğunu göstermektedir. Küçük bir kısmını hece vezniyle yazdığı bu şiirler çoğunlukla aruz vezniyle kaleme alınmıştır. Dikkat çekici bir yan olarak onun şiirlerinde mutasavvıf bir şâire nazaran çok fazla dünyevî unsur yer alır. Neşelidir, dünyadan tad almak ister; bağlarda, kırlarda dolaşmak gibi idilik arzular, içki, güzel yemekler, atasözleri ve deyimlerle dolu yalın diliyle işlediği konulardandır.
Göktürk