Üç Tövbekarın Öyküsü

4 mins read

“Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah’(ın azabın)dan yine O’na sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.” (Tevbe, 9/118)

Peygamberimiz gücü yeten bütün müslümanlara Tebük seferi için hazırlık yap-malarını bildirince, ashab hazırlıklarını tamamlayıp Peygamberimizle birlikte yola çıktılar. Ancak ayette belirtilen üç sahabi yola çıkmadı. Bunlar değişik hadislerden anlaşıldığı kadarıyla Ka’b b. Malik, Hilal b. Ümeyye ve Murare b. Rebi isimli sa-habiler idi. Bunların dışında da seksen küsur münafık da bu sefere katılmamıştı, fakat bunların katılmamaları önem arz etmiyordu. Bu katılmayanlar Peygamberi-mize gelerek çeşitli mazeretler ileri sürdüler, özür dilediler, ardından ayrılıp gittiler. Peygamberimiz dediklerini kabul etti, bağlılıklarını onayladı, onlar için bağışlanma diledi. Niyetlerini de Allah’a bıraktı.

Ancak ayetin nüzulüne sebep olan bu üç kişi mazeret belirtmediler. Yalan ko-nuşup Allah’ın Resûlünü ikna etmeye çalışmadılar. Çünkü onlar İslam’dan kuşku duymayan ve münafık olmayan, sadece tembellikten ve dinlenme arzusundan do-layı geride kalan müminlerdi. Olayın kahramanlarından Ka’b b. Malik daha sonra olayı şöyle anlatır:

“Resûlullah (s.a.s), seferden dönünce mescide gelir, iki rekât namaz kılar ve evi-ne dönerdi. Peygamberimiz daha mescitten çıkmadan, kendi kendimi ölçtüm-biç-tim, yalan konuşmanın bir çıkış yolu olmadığını biliyordum. Doğruyu konuşmam gerektiği inancını taşıyordum. Bu inançla mescide girdim ve o gün hiçbir maze-retimin olmadığını, müslümanlar sefere çıktığı zaman güçlü ve rahat bir vaziyette olduğumu bildirdim. Allah Resûlü de “bu adam doğru söylüyor” dedikten sonra, bana da “kalk Allah’ın senin hakkında vereceği hükmü bekle” dedi. Ben de kalktım gittim. Çıkarken bazı insanlar yanıma yaklaşıp, “sen niye bir mazeret belirtmedin, falan falan kimseler mazeret belirtip kurtuldular”. Ka’b diyor ki, beni o kadar teşvik ettiler ki az kalsın bir daha Allah’ın Resûlünün yanına gidip yalan uyduracaktım. Fakat benim gibi konuşan yok mu? diye sorunca; onlar “evet senin gibi mazeret belirtmeyen iki kişi daha var” dediler. “Kim bunlar” dedim. Murare b. Rebi, Hilal b. Ümeyye dediler. Ben de Bedir savaşına katılan bu iki insanı kendime örnek alarak, yaptığımın doğru olduğu kanaatine vardım. Kararımda her ne pahasına olursun sebat göstermeye karar verdim.”

Allah Resûlü, müslümanlardan bu kimselerle konuşmamalarını, selam alıp ver-memelerini istedi. Ashab bu emre uydu. Yeryüzü bütün genişliği ile bu insanlara dar gelmeye başladı. Kırk gün boyunca hiç kimse ile hasbıhal edemediler, konuşa-madılar. Kırk günden sonra Allah Resûlü bu üç kişinin ailesine de haber göndererek konuşma yasağı koydu. Onlar Medine’de bu ayette anlatıldığı gibi çok kötü bir duruma düştüler. Artık toplum içinde yapayalnız kaldılar, sıkıntıları arttı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başladı.

Bu mü’minlere uygulanan konuşma yasağının üzerinden on gün daha geçince konumuzun başında zikrettiğimiz ayet-i kerime nazil oldu. Bütün müslümanlar ve özellikle bu üç sahabi coşkuyla sevindiler, birbirlerine sarıldılar. Genel olarak hâkim olan sıkıntı, gergin bekleyiş böylece sona ermiş oldu.

Allah Teala’nın onları sadece affettiğini bildirmekle kalmayıp, aynı zamanda Tev-vab ve Rahim sıfatları ile zikretmesinin nedeni de bu üç kişinin gerçekten tövbekâr oluşları, her ne pahasına olursa olsun yaptıkları hatadan dönme azimleri idi. Eğer onlar böyle yapmayıp kabahat işledikten sonra küstahlık gösteren ve gururu rencide olan biri gibi hoşnutsuzluk gösterselerdi tövbeleri kabul olmayacak, diğerleri gibi cezalarını ahiret gününde çekeceklerdi.

Bu tablodan çıkarılacak en önemli derslerden birisi de şudur. Ben bugüne kadar çok ibadet yaptım, hayırlı hizmetlerde bulundum. Allah rızası için şu kadar mal harcadım. Yeter, artık şu hizmette de bulunmasam, bu yıl da sadaka vermesem ne olacak tavrı içinde bulunmamamız gerekir. Son nefesimize kadar hizmet ve ibadet aşkımızı, duyarlılığımızı muhafaza etmeli, samimiyetimizi sürekli canlı tutmalıyız.

Şunu iyi bilmeliyiz ki, her şeyimiz gidebilir bu dünyada. Tüm yakınlarımızı kay-bedebiliriz. Ama asıl olan, dinî hassasiyetlerimizi kaybetmememizdir. Yeter ki Allah bizi kulluğundan kovup çıkarmasın. Bu üç sahabi de bu tavır içinde oldular, sadakat gösterdiler ve Allah’ın bağışlamasına nail oldular.

Rate this post
Haber Oku
Tidings Globe