Ab nedir?
Farsça su demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak çeşitli manaları ihtiva eder: Marifet, İlâhî feyz, zât, varlık, kâmil nefs, ruh-i âzam, tümel akıl.
“Anlam”ı merkeze alan, yani “anlam kazandırma yoluyla tedavi”yi amaçlayan Logoterapi’nin kurucusu olan Victor Frankl, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1942’de Naziler tarafından ailesi ile birlikte toplama kampına gönderilmiş, ailesinin bir kısmını burada kaybetmiştir. Yine de güçlü kalmayı başaran Frankl, bu kampta, engellerle karşılaşsa da birtakım çalışmalar yapmıştır. Gözlemleri onun için önemli olmuş, eserlerinde ele alacağı farkındalıklar yaşamıştır. Yani bu kamp, Frankl’ın düşünce dünyasında ve akademik hayatında önemli bir yere sahip olmuştur.
Frankl’ın üzerinde durduğu en temel nokta, eserlerinden birine de adını veren “anlam arayışı” olmuştur. Anlamı aramak ve bulmak önemli bir durumdur ve Frankl Nazi kampındayken, insanların o şartlar altında bile bir anlama ihtiyaç duyduklarını ve o anlamı arayıp bulduklarını gözlemlemiştir. Yani insanı hayatta tutan, insanı bağlayan, rahatlatan, bir şekilde bir şeyleri aşarak bir anlama bağlanmak… Frankl Nazi kamplarındaki insanların içinde bulundukları anlam ve geleceğe dönük bir şeylere bağlanma duygusundan oldukça etkilenmiştir. Aslında her insan, her şartta o anlamı mutlaka bulabilir ve bulmalıdır. İnsanın en temel güdüsü, anlam arayışıdır Frankl için. Her insanın dünyasında, kendi anlamı mutlaka vardır.
Logoterapi, bu noktada anlamları bularak, anlamlar yoluyla tedavi etmeyi amaçlayan bir psikoterapi yöntemidir. İnsanın anlamları ararken, ne olursa olsun, hayatıyla yüzleşmesi ve sorumluluk alması sağlanır. Acı olan olaylardan da bahsedilebilir. Bunlar da anlamlıdır.
Bu düşünce psikoterapi yoluyla anlam arayışında olan geleneksel ekollerden farklıdır. Frankl’ın bu görüşü her şeyin merkezine iç güdüleri alan Freud’a, gücü koyan Adler’e, kendini gerçekleştirmeyi koyan Maslow ve ihtiyaçlar hiyerarşisine karşı çıkıştır. Bu karşı çıkış onları tamamen yok saymak anlamında değil, eksiklerini giderir bir biçimde olmuştur. Freud’un öne sürdüğü haz, anlam bulunduktan sonra gerçekleşir, Adler’in gücü ise araçtır anlamı bulabilmek için.
İnsanı anlamsız bir hale getiren şey, anlamsızlık duygusu, Frankl’da “varoluşsal boşluk” olarak karşılık bulur kendisine. Özellikle çağımız için düşünüldüğünde, bir şeylerin köklerinin tutmasına fırsat kalmadan hızlıca değişmesi, insanı varoluşsal boşluğa, yani anlamsızlığa doğru sürüklemektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, kurumlar, toplumsal, bireysel, ekonomik… Bir şekilde bir yerlerden çekilip alınan anlamlar hayatın geri kalanına da yansır. Yaşadığımız çağ, hepimizi anlamsızlıklara boğuyor. Televizyon programları, kitaplar, dergiler, sınavlar, karşılaştığımız insanlar… bir şekilde olması gerekenden uzaklaştırıyor, bizi yoruyor, yalnızlaştırıyor.
İnsanların toparlanması, anlamı arayıp bulmalarına bağlıdır. Bu anlam arayışında Frankl’a göre ise insanı yönlendiren, vicdandır.
Psikoterapi ve Din kitabında şöyle söyler Frankl:
“Sanayileşme aynı zamanda bir kentleşme yaratır ve insanı geleneklerinden ve gelenekleri kanalıyla tarif edilen değerlerinden yabancılaştırarak köksüzleştirir. Bu koşullar altında, bilimsel araştırma sonuçlarının da gösterdiği gibi, özellikle genç neslin anlamsızlık duygusu yaşaması doğaldır.” Bu bilgileri verdikten sonra Frankl “bağımlılık, saldırganlık ve depresyon üçlüsünden oluşan ve temelinde anlamsızlık duygusunun yatmış olduğu kanıtlanan kitle nevrozu sendromuna” işaret eder.
Başka bir paragrafta ise şunları söyler:
“Öyle veya böyle eğitim sorumluluk alma eğitimidir; bugün bu her zamankinden daha fazla geçerlidir. Bolluk toplumunda yaşıyoruz ve bu bolluk yalnızca maddi varlıkların bolluğu değil aynı zamanda bir bilgi yüklemesi bilgi patlamasıdır. Çalışma masalarımızın üzerinde giderek artan sayıda kitap ve dergiler birikiyor. Sadece cinsel anlamda değil, çok farklı uyaranlarla karşılaşıyoruz. Kitle iletişim araçlarının uyarı yüklemesi karşısında ayakta kalmak için insan neyin önemli neyin önemsiz olduğunu, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu, kısacası neyin anlamlı ve neyin anlamsız olduğunu bilmek zorundadır.”
Fatıma Güner
Lisedeyken aklıma gelenleri yazdığım bir defterim vardı. Kenarından lastikli, kırmızı kaplı ama dayanıksız hemen dağılan bir defterdi. Hemen dağılması ve o dağınık görüntüsü hoşuma da gitmiyor değildi. Genelde yalnız takıldığım için defterimi de yanımda taşırdım, bir şeyler yazardım… Beni çok gaza getirmişler bu konuda. Şiirler yaz, sözler yaz, makaleler yaz diye… Sonra bir hocama göstermiştim yazdığım şiirlerden birini, kadın kısmından şair olmaz demişti. O şiirimden utanmıştım, yok edip ortadan kaldırmıştım. Çünkü bozulmaya hazır değildim, kendime o kadar güvenim yoktu, baş edemeyeceğimi düşündüm. Kaldı, yazmadım bir daha şiir falan. Ama şimdi keşke atmasaydım diyorum.
Sonra başka bir edebiyat hocam defterimi istemişti benden. Nasıl mutlu olmuştum, nasıl sevinmiştim anlatamam. Hep bunu bekliyormuşum demek ki. Defteri verdim, sonra adamı her gördüğüm yerde sormaya başladım hocam okudunuz mu? Sanki adamın işi gücü yoktu. Benim de sesim konuşurken titreyerek çıkar bâzen, insanlar da ağladığımı düşünür. Hocam da okumadığı için üzüldüğümü sanmış, benden özür dilemişti. Ah ne ince davranıştı! Aklıma geldi şimdi unutamıyorum. Daha sonra okuduğunu söyledi, ilgilendi yönlendirdi. İnanın çok mutlu olmuştum. Gerçekten kendime güvenim artmıştı o an. Ben bir şeyler yapabilirim diyebildim. Her an, her zaman yazmak okumak istemiştim. Sonra devam ettim yazmaya. Ama neden bilmiyorum, o deftere değil. Saçmaladım belki çoğu zaman ama yazdım, denedim.
Şimdi bunları neden yazıyorum? Az önce defterimi buldum. Açtım yazdıklarımı da okudum. Ve kimsenin görmediği şu odamda yüzüm kızardı. Ben bu defteri mi verdim koskoca edebiyat hocama! Bu cümleler mi? Allahım ben mi yazdım nasıl yazdım niye yazdım… Derken tekrar baktım. Aslında ben bunu iyi ki yaptım… İyiki yazdım düşüncelerimi. Kendimi tanıyorum. Kendimi anlıyorum. İçinde bulunduğum şartlar bana neler hissettirmiş, neler anlatmış… 16 yaşındaki Fatıma… Şimdi yıllar geçmiş. Ben değişmişim, fikirlerim değişmiş. Bir fikre saplantılı bir şekilde bağlanmamayı öğrendim. Defteri bir kez daha alsam elime yine utanır okuyamam belki sonuna kadar; ama bana değişmekten korkmamayı öğretenleri unutamam. O defterde cesaretin izleri de var. Ve son olarak; bir şeyler yapmaya çalışanın elinden tutmak lazım. Elinden tuttuklarınız sizi asla unutmaz.
Fatıma Güner
İlahiyata başladığım seneden itibaren mezun olmamın yaklaştığı şu günlere gelene kadarki dört yıllık süre içerisinde, anneannem beni ne zaman görse bana kısa surelerin anlamını sorar. Ama en çok neyi sorar biliyor musunuz? Hümeze suresi. Ne anlama geliyor ne anlatmak istiyor diye. Bunu neden ısrarla sorduğunu hiç anlamamıştım. Bir tane meal açar manasını okurdum. Ama şunu çok iyi anlamıştım oturup hep beraber bu sureyi iyice anlayana kadar okuyup okutmamız, anladıktan sonra herkese anlatmamız gerekiyor.
“1-2 – Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline!
3- Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır.
4- Hayır, andolsun ki, o hutame (cehennem)ye atılacaktır.
5- Hutame’nin ne olduğunu bilir misin?
6-7 – O, kalplerin içine işleyecek, Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir.
8-9 – Cehennemlikler, dikilmiş direklere bağlı oldukları halde, o ateşin kapıları üzerlerine kapatılacaktır.”
Hümeze suresinin konusu ahlak ve ahlakî yozlaşmadır. İnsanların birbirlerinin arkasından konuşmasını, kaş göz işaretleriyle alay etmesini, birbirlerinde kusur aramasını, karalamasını, gıybet etmesini, malından dolayı kibirlenerek başkalarını küçük görmesini ahlaksızlık ve günah sayar.
İnsanların bu tavırlarının altında yatan en önemli sebep de “kibir”dir. Kibir ise yine Kur’anda yer alan büyük günahlardandır. Kuranda pek çok yerde insana kibirlenmemesi gerektiği hatırlatılır.
Kur’an’da insanların birbirlerinin ayıplarını aramaları, arkasından konuşmaları ve birbirlerini küçümsemeleri kesin olarak yasaklanmıştır. Bu hem sosyal hayatın düzeni, hem insan psikolojisine etkisi açısından, hem de kişinin haddini bilmesi açısından önemli bir yasaktır.
…
Ancak bu duruma hiç ama hiç dikkat etmediğimizi söylemek yanlış olmayacaktır. Bütün hayatların gözler önüne serilmesi gerçeğiyle beraber özel hayat kavramının tartışmalı hale geldiği ortada. Sınırlarımızı biliyor muyuz peki? Özellikle hayatımızın neredeyse tamamı olan sosyal medyada başkası hakkında yazdıklarımızı silince bunun yanlış olmadığını düşünüyoruz, oysa yaptığımız her şeyden sorumluyuz.
Oturup birbirimizin özel hayatlarını tartışıyoruz.
Başkasının arkasından belki duysa bir daha asla yüzünüze bakmayacağı sözler söyleyip yanınıza yaklaşınca gülüyorsunuz mesela.
Bir şekilde sahip olduklarınız kendinizi büyük görmenize yol açıyor.
Mal sahibi olan insanlar malından dolayı saygı gördüğünü, malın kendilerini yücelttiğini sanıyor, başkalarını küçümsüyor…
Ama şekil açısından herkesten iyi olmaya çalışıyorsunuz.
Ama hem kalp kırıyor hem de kalbimizi kırmalarına müsaade ediyoruz.
Müslümanlar bu durumda mutlu hissetmezler.
Başka din mensupları da hoşlanmaz.
Ateist bireyler de nefret eder bunlardan.
Söylemek istediğim bunlar, yani insanlarla alay etmemek ve küçümsememek tek bir dine ait kurallar ya da sadece dinî kurallar değil. Bunlar evrensel, herkesin uyması gereken kurallar.
Şu sıralar staj için gittiğim okulda 8. sınıflara dinler ve dinlerin evrensel öğütleri konusunu anlatıyorum. Önce dinlerden bahsetmem gerekiyor, özelliklerinden, kavramlardan kısaca bahsedip geçiyorum. Çünkü asıl anlatmak istediğim nokta kavramların ezberlenmesi değil.
Asıl anlatmak istediğim nokta dinlerin evrensel öğütleri, ahlakî öğütleri.
Asıl anlatmak istediğim şey birbirlerinin arkalarından konuşmamaları, birbirleriyle alay etmemeleri, birbirlerini küçümsememeleri gerektiği.
“Gıybet” dedikleri şeyin eğlenceli bir şey olmadığını anlatmak istiyorum.
Kalp kırmamaları incitmemeleri gerektiğini söylemek istiyorum.
Bunun için Müslüman olmalarına ya da herhangi bir dine inanmalarına gerek olmadığını, insan olarak uymaları gerektiğini anlamalarını istiyorum.
Müslüman bireylerin Kur’an’daki şekillere takılmak yerine öze inmeleri gerektiğini, Kur’anın evrensel bir ahlak kitabı olduğunu anlamaları ve hayatlarında uygulamak zorunda olduklarını anlatmak istiyorum.
En önemlisi, sadece insan olarak sınırlarını bilmelerini, davranışlarında ölçülü olmalarını istiyorum.
Fatıma Güner
Baskıcı ve insanı yorarak hakim olan, katı ve itici din anlayışından “kalbin temiz olsun gerisi önemsiz” diyerek hakim olan, tamamen serbest bırakan ve sanki biraz da ibadet ve bütün kuralların sistemlerinin ortadan kalktığı din anlayışına hızla ilerliyoruz ve geldik galiba… Bu biraz da kendi özeleştirim olacak. Gerçekten kim doğru kim yanlış bunun ortasını bulmak ve anlatmak o kadar zor ki. Söz konusu din olduğunda herkesin isyan edecek bir noktası muhakkak var. Benim de var eminim senin de var. Kadına yönelik sakallı sakallı amcaların söylediği laflara, çocuklarla ilgili yapılan edilen susulanlara, kendini cennetlik ilan eden, biz gibi cehennemliklere(!) cennete gönderen kefen satanlara falan..
Şarkıdaki gibi hepimizin “itirazı var” Evet diyordum ki, isyan ediliyor din ile ilgili her cümleye. Yeter ki içinde dini bir kavram veya kurum adı geçsin. İsyan çok ağır bir kelime mi? Ben daha uygununu yetmeyen kelime hazinemden dolayı bulamadım. Varsa onu siz getirebilirsiniz. Bunu algı operasyonu olarak adlandırabilirsiniz. Mükemmel derecede de işliyor. Bazen ben bile kendimi o noktada bulabiliyorum. İyi de neden? Nedenini tek bir kelimeyle tek bir cümleyle ya da sayfayla anlatmak zor.
Güncel için konuşabiliriz. Her konu herkesin gözü önünde alelade bir biçimde konuşuluyor. Saat sınırlaması ve tartışma ortamının hakim olduğu tv programlarında meramınızı çok kolay anlatamazsınız değil mi? Veya sosyal medyada yazdıklarınızı herkes sizin istediğiniz gibi de anlayamaz. Bir cümlenizi cımbızla çekip alarak başına # şöyle bi işaret koylarlar anında gündem olursunuz saçma bir cümleyle. Sonra şöyle sesler yükselir “Gerçek İslam bu değil?, Bunlar islamı lekeliyorlar” Asıl sorun da bu zaten. Gerçek İslam ne?
Çok eşlilik ile ilgili bir site varmış. Türk erkekleri yarısını oluşturuyormuş. Eğer adamın ikinci bir hanımı geçindirecek maddi gücü varsa alabilirmiş şu an evli olduğu eşine sormasına gerek yokmuş, Allahın izin verdiği bir şeymiş. Bu gerçekten öyle miymiş? Bu beni çok rahatsız ediyor ama…
Ve şuna bakalım;
Biri çıkıp zinaya yaklaşmayın dediğinde hemen bir grup isyan ediyor “sevgi ve aşkı siz nasıl yok sayabilirsiniz, size ne, gerçek islam bu değil” evet size ne bize de ne ama biri çıkıp zinaya yaklaşmayın dediğinde gerçek islam bu değil demek…yani peki gerçek islam ne? Ve burada eklemek zorundayım, her isyan haklı mıdır, düşünme ve akletme neticesinde mi var olmuştur?
Zaman ve zemin değişiyor. Bu kalıbı üniversitede çok duydum ve sınavlarda cevap kağıtlarıma bolca yazdım. Değişen zaman ve zemin… 2018 yılındayız ve aslında 1 yıl geçerken zaman 1 yıl değil belki 10 belki 100 yıl hızında değişiyor. Yani artık her şey çok hızlı değişiyor. Çok çabuk olup bitiyor. Kökleşen bir şeyler bulmak çok zor. 1000 yıl öncesinde olmadığımızı biliyoruz ama yine de 1000 yıllık mevzuları ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyoruz. Bu bir sorun. Ama bunu ortadan kaldırmak, bundan kurtulmak için ne görsek ona buna isyan ediyoruz. Bazen bunlar “akletmez misiniz” ayetleri kullanılarak yapılıyor. Ya bir tek bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama sanki düşünmeyi de çok istismar etmedik mi? Bunun bir yolu yordamı olmalı. Var belki de herkes de biliyor, uyguluyor da öyle isyan ediyor. bir ben bulamadığımdan böyle kaldım bocalar halde…
Hayatın her yerine, her alanına ve herkese söylemek istiyorum aslında, nerede durursanız durun, şu hayatta insanlara yapılacak en büyük kötülüklerden biri cinsiyetçi söylemlerdir. Cinsiyet üzerinden ötekileştirmek. İnsan olamamak demek bu. Bu durumdan belki de en fazla rahatsız olan kadınlar… Ama şimdilerde bu durum nasıl aşılmaya çalışılıyor merak ediyorum doğrusu?
Bakalım..
Kadın olmak aşağılanacak bir şeymiş gibi, erkek olmak yüceltilecek bir şeymiş gibi düşünülüyor. Bizim toplumumuzda hep böyledir de bu zaten. Kadın ağzını açsa ayıplanır..! “Kız gibi olmak” diye bir deyim var, genelde bir erkeğe hakaret anlamında kullanılır. Bir arkadaşım vardı, kız gibi ağlamazdı mesela ne büyük bir meziyet(!)
İlkel kabilelerden bu yana, tarih boyunca neredeyse bütün dinlerin yorumlarında kadına kötü sıfatlar verilir. Kadın yüzünden cennetten kovulduğuna inanan dindarlar, kadın eşittir şeytan algısı oluşturdular. Malesef böyle hikayelerle büyüyen nesiller çoğaldı.
Kadın dövülüyodu değil mi?
Öne çıkan bütün din “adam”larının erkek oluşunun ve yaşadıkları çağın kadına bakışının bu yorumları bu şekilde etkilediğini de düşünmüyor değilim.
Ama neden?
İnancıma göre Allah/Tanrı/Yaratıcı bir cinsi öteki cinse üstün kılmamış, erkeklere de kadınlara da eşit sorumluluklar yüklemiştir. Biyolojik farklılıklar bir kenarda dursun, biyolojik açıdan farklı oluş kimseye üstünlük kazandırmaz. Kadına da erkeğe de. Ama vatandaş er kişinin üstün olduğuna, kadının da onun kölesi olduğuna öyle inanmış ki, kadın ne yaparsa yapsın suç.
Bakın ben rahatsız olurum mesela bizim toplumumuzun şu yapısından: Sofra kurulur erkekler yer kalkar, kadın sofrayı toplar bulaşığı yıkar o arada erkeğin çayını hazırlamak zorundadır, servis eder, meyvesini sunar, çerezini verir, o bu şu..!
Kendine ayrıcak vakti?
Yok.
Buna itiraz etmek, büyük cesaret bu aslında. Ayıplanırsın anında, kötü gözle bakarlar sana. “Ay ev de çekip çeviremezsin sen şimdi!”
Biraz boğulduğumu hissediyorum. Bütün ötekileştirmelerden…
Ama şimdi bir hapis daha var ki kadın için beni daha çok rahatsız ediyor: Modern çağın “izm“leri.. İzmler adı altında kadını hapsedenler yâni.
Anladınız değil mi?
Bir de şunlar var, kadını iyice aptal gibi gösteren moda, yemek, evlilik programları… Bunlar ne yapıyor biliyor musunuz? Kadını pohpohlayarak aptallaştırıyor, kadın kendisi de aptal olduğuna inanıyor, inanmasın da ne yapsın canım?
Filmin birinde “ökkküüüz” gibi davranan bir erkeğin kendini sahiplenişine aşık olan premses başka ne ister ki?
Ya da dizilere bakınca yakışıkklııı, zengiiin, akılllııı, iş adamıııı erkeğin aptal aşığı esas kızımız…
Ama dur bir dakika, ya kızın elbisesi çok hoş değil mi?
Hepsi hikaye, aslında mesele kadın olmak da erkek olmak da değil. Mesele insan olabilmek. İnsanca yaşayabilmek. Bu programlarda ya da bu bağnaz algılarda ayaklar altına alınan kadının onuru değil ki, insan onuru.
İnsan, insan olanın bu kadar aptal olmasına dayanamıyor.
Fatıma Güner
Kur’an-ı Kerim’in 103. Suresi zamana yemin ederek başlar. Zaman önemli bir kavramdır. Her şey zaman içinde gelişir ve değişir. Zamanın kontrolünün elimizde değil bunu biliyoruz. Bu yüzden yaşadığımız her an bir öncekinden daha dolu ve değerli olmalıdır. Oysa bizler, her şeyin hızla değiştiği; değişirken de değer kaybettiği bir “zaman” diliminin içerisindeyiz. Değişim olmamalıdır demek gibi bir lüksümüz yok, değişim olmalıdır ve olacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken “ölçü” kavramıdır. Biz Müslümanlar İslam’ın “ölçüye” verdiği önemi unutarak sürdürmekteyiz hayatlarımızı. Ölçünün kaçması, eksik veya fazla, erken veya geç yaşanan olaylar ile değişm ve gelişmeler bir ölçü içinde yaratılmış olan alem ve insana ters gelmektedir. Böylece maddi ve manevi olarak her şey değerini kaybetmekte, içi boş birer söz olarak kalmaktadır. ‘Kelimeler semboldür, asıl olan manadır.’ Ve maalesef ki günümüzde içi boşaltılmış semboller yığınıyla uğraşmaktayız. Burada kelimelerin değersiz olduğunu değil hak ettiği değerin verilmediğini söylemek, insanların içinde bulunduğu bilinçsizlikten bahsetmek istiyorum.
İslam’a -yani dinimize-, dinimiz derken ne kadar bilinçli bir şekilde sahipleniyoruz? Günümüzde dindarlık; çevreden gelen, geleneksel olmuş, anne ve babadan bilinenlerle yaşanan hayat tarzı durumunda. Neyi neden yaptığını bilmeyen insanlar, karşılarına gelecek en ufak sorgulamada durup bir şey söyleyemiyorlar.
Modernleşen, ilerleyen dünya, bireyi kendi iç dünyasından uzaklaştırırken aynı zamanda en büyük zararı onun maneviyatına veriyor. Bu çağ, maddi hazları ön planda tutan bir çağ. Bu maddi hazlar, kalbimizin üzerini kaplayan dikenler gibi; kalbimize ulaşmamız, İslam’ı hak ettiği gibi yaşamamız, yansıtmamız konusunda bize engel olmakta. Yani “hüsranda”yız. İslam’ı hissetmeden ve yaşamadan anlatmak, yeterli bir durum olmayacağı gibi korkunç derecede insanın kendisiyle çelişmesidir.
XXI. asırdayız ve kendimi bildim bileli %99’u Müslüman olan bir ülkede yaşadığımız iddia ediliyor. Sokağa çıktığımızda karşılaştığımız insanların büyük bir kısmı “ (elhamdülillah) müslümanım” cevabını verecektir şüphesiz. Bu cevaptan sonra kişinin Müslüman olmadığını söyleyemeyiz. Kalplerde olanı yalnızca Allah bilir. Ancak merak edebiliriz, üzerinde düşünebiliriz; %99’u için Müslüman diyebildiğimiz bu toplumda neden hırsızlıklar, yalanlar, iftiralar, gayri ahlaki olaylar, faiz, rüşvet, haram para, kumar, cinayetler ve sair fazlaca gündeme gelmekte? Müslüman olduğunu iddia eden insanlar, nasıl namazlarını bitirir bitirmez dedikodu yapabiliyorlar, biraz daha fazla para kazanabilmek için haram yollara başvuruyorlar, Müslüman kardeşleri öldürülürken televizyondaki haberleri hiçbir şey hissetmeden film gibi izleyebiliyorlar? Pek çok cevap verilebilir. Verilebilecek cevaplardan biri de basitçe : Bilinçsiz bir şekilde yaşamak olacaktır. Kelimelerin içi bilinçsizlikle boşaltılır.
En baştan başlayalım düşünmeye. Müslümanım diyen bir insan, neye, ne kadar ve ne için inandığının farkında mıdır? Müslümanım demekle neyi kastettiğini biliyor mudur? Biz biliyor muyuz Müslüman olmanın ne demek olduğunu?
Kelimeleri kısaca inceleyecek olursak;
İslam: Teslimiyet anlamına gelir. Müslüman ise teslim olan kimse demektir. Allah’a teslim olmak açısından tüm varlıklar ona teslimdir, bu zaruri Müslümanlıktır. Ancak bu zaruri Müslümanlık iradeye ve bilgiye dayalı olursa değer kazanır.
“اللَّهُ إِلَّا إِلَهَ لَا أَنَّهُ فَاعْلَمْ” Bil ki Allahtan başka ilah yoktur.
(Muhammed/19)
Yukarıda verdiğimiz Muhammed suresi 19. ayette de ilk aşama “BİL” kısmıdır. Teslim olmadan önce kişinin neye teslim olacağını bilmesi gerekir. Taklidi seviyede kalarak değil, tahkiki bir iman oluşması için bilmek önemlidir. Kelime olarak bilmek değil, kelimenin özünü kavrayarak bilmek gerekir doğru bir yaşayış için.
Allahtan başka ilah yoktur demek; Allahtan başka hiçbir şeyi ilah konumunda kabul etmemek, Allahın hükmünden başka hiçbir hükmü kabul etmemektir.
İşte bu bilincin kavranması gerekiyor. Sözde kalmamalı; hem mana anlaşılmalı hem de kişinin kendi hayatına yansımalıdır. Sadece akılla değil, kalp ile de bilinmelidir. Kalp ile bilmek; ilgi ile başlayan bilme sürecinin aynı zamanda muhabbete dönüşebilmesidir.
Bildiklerimizi yaşamamız, dinimizi en güzel biçimde temsil etmemiz gerekir. Bunun için ise önce kul olmak yani Allah’ın iradesine teslim olmak gerekir. Allah’ın iradesine bilinçli bir şekilde teslim olmadığında kişi kendi çıkarlarının temsilcisi olur. Bilinç, insanın nefsi ile savaşırken kullanacağı bir silahtır da diyebiliriz. Burada Hz. Ömer’in sözü aklıma geliyor “Dininizi iyi öğrenin, yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz.” Adalet timsâli Hz. Ömer’in bu vechiz sözü, bilincin bir müslüman için ne derece bir önem arz ettiğini belirtmesi bakımından ehemmiyetlidir.
İçinde bulunduğumuz yüzyıl, inancına göre yaşayanlar değil de yaşadığını inanç olarak belirleyenlerle dolu. Bu durum büyük ölçüde kişinin kendi çıkarlarına göre hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Yusuf İslam “Müslümanlara baksaydım Müslüman olmazdım.” sözü beni fazlasıyla düşündürüyor. Müslümanların teslimiyetten uzak olan yaşantısı İslam’ın yanlış tanınmasına yol açmaktadır. Müslüman’ım diyen bir insan hayat tarzına dönüp bir bakmalı, kendisini sorgulamalı ve yazımızın başlığında belirttiğimiz gibi aynada kendini görmelidir. Dini ne kadar yaşıyor? Kur’an ne kadar hayatında? Hz. Peygamber’i ne kadar örnek alıyor? Bu gibi her müslümanın kendisine sorması elzem olan soruları kendisine sormalıdır, yani sadece lafta kalmamalıdır. Çünkü lafta kalan Müslümanlık , Müslüman kelimesinin vermesi gereken teslimiyet ruhunu yok etmiş bir Müslümanlıktır.
Bugün İslam dünyasının toparlanması, Müslüman bireylerin kendine çeki düzen vermesiyle başlayacak. Bir şeyler yapmalıyız artık diyenler değil, neden bu yolda olduğunu bilenler, bilinçli bir şekilde bir şeyler yapanlar İslam dünyasını toparlayacaktır ve kendini geliştiren bireylerle gelişmiş bir toplum oluşacaktır.
İlk emri “Oku!” olan teslimiyet dininde, elbette ki kulların okuması -çok okuması-, Yaratan Rabbin adıyla okuması, araştırması, düşünmesi ve sorgulaması özetle bilinçli olması beklenecektir. Bilhassa dinin doğru anlaşılması ve yaşanması ile düzenli bir toplumun oluşması ilim öğrenmek ile olacaktır. İlim öğrenmek ise kadın-erkek her müslümana farzdır.
Bilinçli ebeveynler, bilinçli çocuklar yetiştirir. Bu durum bilinçli nesillerin habercisidir. Eğitimin ve özellikle de din eğitiminin temeli ailede başlar. Dünyevî ve dini ilimlerin bir arada birbirleriyle ilişkileri açıklanarak aktarılması, anlaşılması gerekir. Dini hükümlerin doğru ve eksiksiz bir biçimde uygulandığı, ahlaki emir ve yasakların uygun bir şekilde yaşandığı ailede büyüyen çocuk ancak bilinc sahibi olacaktır ve kendisine söylenen sözlerin manasını da kavrayacaktır.
Aileden sonra ise ikincil olarak kişiyi/bireyi sosyal çevresi etkiler. Ancak küçük yaşlarda oluşturulan sağlam karakter ve doğru din algısı kişinin bilgi ve imanının koruyucusudur. Böyle yetiştirilen kişi hızla geçen zamana yenik düşmeyeceği gibi çevresi için eşsiz bir nimet olarak da görülebilecektir. Bu sebeple bağlı bulunduğu toplum ve sosyal çevresindeki parazitlerden menfi manada etkilenmeyecektir. Çevre tarafından etkilenen değil çevresini etkileyen olacaktır.
Bilerek, bilinçli bir şekilde iman eden, iman ederek Salih amel işleyen, Salih amel işleyerek hakkı ve sabrı tavsiye edenler hüsran içinde olmayanlardır. Hüsran içinde olmayanlar ise Asr suresinde işaret edilen “müstesna” kimselerdir.
Peki biz Asr suresindeki “müstesnalar”dan olabilecek miyiz?
Fatıma Güner
Yeryüzünde insanın bulunduğu her zamanda ve mekânda din var olmuştur. İnsan, bağlanma ihtiyacı olan, aynı zamanda belirli durumlar karşısında gücü yetmeyen, aciz bir varlıktır. İnsanda bulunan bu ihtiyaç ve hâl, onu çeşitli üstün güç arayışlarına yöneltmiştir. Bu da bize gösteriyor ki inanç bir ihtiyaç olarak hep vardır ve var olmaya devam edecektir.
Peki, insanlık tarihi boyunca var olan, insan hayatının vazgeçilmez bir yanı olarak kabul ettiğimiz din ve dinî hayat nedir? Din kelimesinin sözlüklerde geçen anlamı “yol, mezhep, millet, kanun, itaat” şeklinde karşımıza çıkar. Terim olarak ise dinin tanımını yapmak çok kolay değildir. Her alan ve kişi kendi bakış açısı ve öncelikleriyle dini açıklamaya çalışmışlardır. İslam dini ve kültüründe din “Akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği şeyleri kabule çağıran ilahi bir kanundur.” (Seyyid Şerif Cürcani) şeklinde tanımlanmıştır. Yani dinimiz bizim yaşam tarzımızdır, takip ettiğimiz yolumuzdur ve bu yolda kuralları koyan Allah’tır. Buna inanır, buna iman ederiz.
Allah’ın koymuş olduğu İslam yolunu seçtikten sonra, bu yolda yürürken hayat tarzımızın da uygun hâle gelmesi gerekir. Allah izin verirse de doğru yoldan sapmayız. Biz bu yolda yürürken isteriz ki ailemiz, evlatlarımız da izimizden gelsin. Hz. İbrahim’in her anne-babanın yürekten amin diyeceği bir duası vardır: “Rabbim, beni namazı hakkıyla eda eden bir kimse eyle! Zürriyetimden de böyle kimseler var et! Rabbimiz, duamı kabul buyur.” (İbrâhim, 14/40.) Bu çok güzel bir dua, hayırlı bir istektir ancak çocuğumuzu bu yolda yürürken desteklememiz gerekir. Anne-babaların, öğretmenlerin, bir çocuğa dinî eğitim verirken çocuğun gelişimine zarar vermeden onun hangi dönemde nasıl özelliklere sahip olduğunu bilerek yaklaşım geliştirmeleri gerekir.
Öncelikle belirtmeliyiz ki Müslüman düşünürlere göre din duygusu çocukta doğuştan var olan bir duygudur. Dinî inancın tohumları insanın benliğinde bulunur. İslam kültüründe bu durum “fıtrat” kavramıyla anılır. Bu görüşü destekleyen unsurlardan bir tanesi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hâli konuşma çağına kadar devam eder. Sonra ebeveyni onu Yahudi, Mecusi ya da müşrik yapar.” hadis-i şerifidir. Gazali, insan ruhunun yaratılış itibarıyla Allah’ı bulacak güce sahip olduğunu kabul eder. İbn Haldun da çocuğun doğuştan kabiliyetle geldiğini ve bunun geliştirilmesi gerektiğini söyler.
Dinî duygunun gelişimi açısından büyük bir öneme sahip olan yaş grubu 0-6 yaş aralığıdır. Bu yaşlar erken çocukluk dönemi olarak da adlandırılır. Bu dönem, çocuğun hayatında büyük bir öneme sahiptir. Normal şartlar altında dünyanın her yerinde bu yaş grubundaki çocuklar, benzer yaşlarda benzer gelişim özellikleri gösterirler. Din duygusunun gelişimi; fiziksel gelişim, bilişsel gelişim, dil gelişimi, psikomotor gelişim, ahlaki gelişim, sosyal gelişim ve duygu gelişiminden bağımsız değil, karşılıklı etkileşim içerisindedir. Dolayısıyla bir çocuğun dinî duygularının anlaşılması için onun diğer gelişim özelliklerini de bilmemiz gerekir.
Bu gelişim özelliklerine kısaca bakacak olursak:
Fiziksel gelişim bedeni oluşturan tüm organların gelişmesi, boyun uzaması, kilonun artışı, kemiklerin gelişmesi, kas, beyin ve sindirim, sinir, boşaltım, solunum sistemlerinin, duyu organlarının gelişimidir.
Psikomotor gelişim hareket gelişimi demektir. Fiziksel gelişmeyle beraber sinir sisteminin gelişimine paralel olarak hareketlerin isteğe bağlı olarak kazanılmasıdır. Çocuğun yürümeye başlamasından sonraki dönem yoğun bir motor gelişim evresidir. 6 yaşına kadar hızlı bir şekilde ilerler, 6 yaşından sonra ise yavaşlamaya başlar.
Bilişsel gelişim bireyin çevresindeki dünyayı anlama ve öğrenmesini sağlayan, aktif zihinsel faaliyetlerdeki gelişimidir. İnsanın bilişsel gücü onu diğer canlılardan ayırmaktadır. Biliş; dünyamızı öğrenmeyi ve anlamayı içeren zihinsel faaliyetler anlamına gelir ve algılama, bellek, muhakeme, düşünme ve kavrama süreçlerini kapsar. Bilişsel gelişme ile ilgili en önemli ve en bilinen çalışma Piaget’ye aittir. Piaget’nin bilişsel gelişimi inceleyen bir kuramı vardır. Dört dönemden oluşan bu kuramda 0-6 yaş grubu çocuğu içine alan kısım ilk iki dönemdir. Birinci evre olan duyusal hareket dönemi 0-2 yaş arası dönemi kapsar. Bu dönemde çocuk çevresini emme ve tutma, dokunma refleksleriyle tanımaya çalışır. İkinci evrede ise işlem öncesi dönemle karşılaşırız. 2-4 yaş arasındaki çocuklar bu dönemde simgesel düşünürler. Konular arasında mantıklı ilişki kuramazlar ve neden-sonuç ilişkisini anlayamazlar. Çocuk kendini olayların merkezinde görür, işlemleri tersine çeviremez, ayrıntıları dikkate almadan ilişkisiz objeler arasında bağlantı kurabilirler, güneşin hareket etmesi nedeniyle canlı olduğunu düşünebilirler. Allah’ı insan şeklinde hayal edebilirler. Soruları bu yönde olabilir, bunlar çok doğal ve normal süreçlerdir. Bilişsel gelişim dinî duygu gelişimi için önemlidir, bilinmelidir ki din akıl sahiplerini muhatap alır.
Dil gelişimi insanı diğer canlılardan ayıran bir diğer özelliği onun dil yetisinin olmasıdır. Dilin yapısı ve gelişimi son derece karmaşıktır. Dil gelişimi çocuğun motor gelişimi ve bilişsel gelişimine paralel olarak ilerler. Bununla beraber çocuğun ilk dönemde dil gelişiminde çevresi ön plandadır. Çocuklar dili kazanırken ilk örnekleri olarak anne-baba ve yakın çevresindeki insanlar, kullandıkları dil ve kavramlar büyük önem kazanmaktadır. Yakın çevrenin çocuğun yanında dinî bir dil kullanması, çocuğun dili öğrenirken bu kavramlara yabancılık çekmemesini sağlar.
Duygu gelişimi yapılan araştırmalar, çocuklardaki duygusal gelişimin hem olgunlaşma hem de öğrenme yoluyla oluştuğunu ortaya koymaktadır. Buna göre iç salgı bezlerindeki gelişim, duygusal davranışın oluşmasında temel oluşturur. Bu duygunun oluşumunun biyolojik aşamasıdır. Duygu oluştuktan sonra kişide meydana gelen tepkinin, yani dışa yansımasının nasıl olacağı ise öğrenme yoluyla gerçekleşir. Duyguların öğrenilmesi deneme-yanılma, taklit ya da koşullanma yoluyladır. Olgunlaşma ve öğrenmenin duygular üzerindeki etkisinden yola çıkarak farklı yaşlardaki kişilerin aynı duygusal davranışlara sahip olmadığını söyleyebiliriz. Yine aynı şekilde belirli bir yaştaki tüm çocuklardan da aynı heyecan biçimlerini beklemek olanaksızdır. Duyguların oluşmasında çevre şartları ve o anki durumlar önemli rol oynar. Duygular, davranışlarımıza da yön verir. Sevdiğimizde nasıl davranacağımız, korktuğumuzda verdiğimiz tepkiler bizim sonradan öğrendiğimiz davranışlarımızdır. Kur’an’a karşı duyduğumuz saygı ve sevgi sonucu onu öperek alnımıza koymamız, ardından yüksek bir yere kaldırmamız, kültürümüzde öğrenmiş olduğumuz duygusal bir davranıştır.
Dinin de duygusal bir yanı vardır. Din duygusu da insanın yaşantısını etkileme gücüne sahiptir. Bu duygu, duygular içinde yüce ve aşkın bir duygu olarak kabul edilmiştir. Dinî duygu; dinsel objeler veya durumlar karşısında beliren pek çok duygunun ortak adıdır. Tanımlanması son derece zordur çünkü kişiler din karşısında hangi duygu kendisinde ağır basıyorsa o duyguyu temel almışlardır. İnsanın yaşadığı duruma göre duyguları; sevgi, korku, güven, bağlanma şekillerinde ortaya çıkabilir. Dinin bizde uyandırdığı duygu, dine karşı davranışımızı etkiler. Bir çocuk din duygusunu sevgiyle tattıysa sevgi dolu yaklaşımlar sergilerken korku merkezli bir duygu yaşayan çocuk korkuyla hareket eder.
Din duygusu yanında sevginin önemli bir yeri vardır. Çünkü sevgi, diğer olumlu duyguları da besler. Sevilen varlığa bağlanılır ve güvenilir. Bu din ve Allah’a bağlanma konusunda da böyledir. Dinî eğitimin sevgi temelli bir şekilde verilmesi Allah’ı sevme, O’na bağlanma ve güvenmeyi beraberinde getirir.
Dinî duygunun gelişimindeki en önemli faktörlerden biri güvendir. Güven kelimesi “korku, çekinme duymadan bağlanma duygusu” anlamına gelir. 0-1 yaş arasındaki dönem güven duygusunun kazanılmasında önemlidir. Bu yaşta çocuğun temel bakım gereksinimleri karşılanırsa çocukta güven, uyum ve umut duyguları gelişir. Ayrıca dinî duyguların edinilmesi de bu dönemde başlar.
Bebeklik döneminde oluşan güven duygusu bağlanmaya dönüşür. Anne çocuk arasındaki güven temelli bağlanma, ilerleyen yaşlarda yerini Allah’a güvene ve bağlanmaya bırakır.
Korku her dinî heyecanda yer alan, zaman içerisinde yönlendirilmesine bağlı olarak yerini hayranlık, minnettarlık ve huşuya bırakabilen bir duygudur. Çocuğun din duygusu üzerindeki etkisi ise gördüğü eğitim ile ilgilidir. Genelde çocukta korkular 2-3 yaşlarında ortaya çıkar. Bu yaşlarda verilen eğitim sürecinde kullanılan kavramlar sevgi veya korku temelli bir din anlayışı oluşturabilir. Din veya kutsal nesne korkusuna “hagiophobia” denir. Bu korkunun oluşmasında geçmişte yaşanılan travmatik olaylar, aile ve çevre etkisi vardır. Sürekli cehennemle ilgili kavramlarla büyütülen bir çocuğun dine yaklaşımı olumlu olmayacaktır. Kur’ani metot incelendiğinde bunun son derece yanlış olduğu, Allah’ın azap ayetlerinden hemen sonra rahmet ayetlerini indirdiği görülecektir. Eğitimin temeli korku olmamalıdır.
Buraya kadar baktığımızda ortaya çıkan şey şudur: Çocukta dinî duygu gelişimi sadece duygusal gelişime bağlı değildir. Çocuğun fiziksel, bilişsel, psikomotor ve dil gelişimi çocukta dinî duygu gelişimini etkilemektedir. Dinî gelişimin ilk belirtileri, çocukluğun ilk yıllarında ortaya çıkmaktadır. Bunun dinî hayatta nasıl ifade edileceği ise çocuğun fiziksel, bilişsel, motor ve dil gelişimi ile paralellik gösterir. Burada sözünü ettiğimiz kimi gelişimler olgunlaşmaya yani biyolojik süreçlere bağlıyken kimi gelişim süreçleri ise öğrenmeye bağlıdır. Yani anne-babadan, çevreden görülenleri ve duyulanları çocuğun taklit etmesine bağlıdır.
0-2 yaş arasındaki dönemde dinle ilgili pek bir şeye rastlayamayız ancak burada en önemli duygu güven duygusudur. Çünkü dinî duygunun bu dönemdeki kaynağı güvendir. Temel ihtiyaçları anne veya yakın çevresi tarafından karşılanan kişide güven duygusu gelişir ve bu ilerleyen süreçlerde Allah’a inanma konusunda olumlu rol oynar.
3-6 yaş arasında çocuklar artık meraklı olmaya, her konuda olduğu gibi Allah hakkında da sorular sormaya yavaş yavaş başlarlar. Bu sebeple diyebiliriz ki bu yaşlar çocuğun dine olan ilgisinin en yüksek olduğu zamandır. Çocuk, çevresindeki inançla ilgili hikâye ve eylemlere yönelir. Çevresinde namaz kılan, dua eden birini gördüğünde bunu taklit eder. Benmerkezci olduğu bir yaştadır, bu nedenle Allah’ın her şeyi kendisi için var ettiğini düşünebilir. Allah’ı bazen insan bazen bulut bazen hilal vb. şekillerde hayal edebilir. Bunlar son derece normaldir, bu gibi durumlarda anne-babaların veya yakın çevredeki kimselerin çocuğa olumsuz tepkiler vermemeleri gerekir. Büyüklerin yanında kullandığı kavramları bilinçsiz de olsa kullanmaya başlar. Bu nedenle çocuğun yanında kullanılan kavramlar büyük önem taşır. Hayal dünyası onun için son derece gerçektir, böylece büyüklerin kendisine anlattıklarına kolayca inanır. Bu yüzden kendisine sunulan din algısı önemlidir. Cennet, cehennem, melek, şeytan gibi soyut konuları kendisine anlatıldığı gibi kabul eder.
Sürekli sorular soran çocuk dine ait soruları da çevreye yöneltir. Bu sorulara alınan cevaplar ve çevrenin dinî hayatı, tavırları çocuğun duygu dünyasında önemli rol oynar. Bu dönemde çocuğa karşı dürüst olmak, sorduğu sorulara samimiyetle cevap vermek çocuğun gelişimi üzerinde olumlu etkiler bırakır. Dinî uygulamaların ve söylemlerin sık yaşandığı ve yansıtıldığı çevrede bulunan çocukların yaşamı genellikle bu doğrultuda şekillenirken aksi yönde yaşam süren çevrelerde bulunan çocuk için dinî isteklerden soğuma meydana gelebilir. İnanma ihtiyacı karşılanmayan çocuğun inancı başka yollara yönelebilir. Burada asıl önemli olan, çocuğun her konuda olduğu gibi dine yönelik ilgisinin çocuğun gelişimsel düzeyine uygun olarak yönlendirilmesidir. 3-6 yaş arasındaki çocuk her şeyi kamera gibi kaydeder ve kaydettiklerine göre oynar. Burada kameraya nasıl görüntüler verildiğine dikkat edilmelidir.
İslam dininin kaynağı olan Kur’an’da insanın duygularına özel bir önem verilmiştir. Aynı şekilde İslam dini, çocuklara da büyük önem vermiştir. Kur’an’a baktığımızda baba-çocuk ilişkilerinde kullanılan ifadeler “yavrucuğum, oğulcuğum” şeklinde karşımıza çıkar. Böyle bir iletişim şekli çocuğun dünyasında olumlu izler bırakır. Anne-babalar çocuğuna her konuda eğitim verirken bu üsluba dikkat etmelidir. Sevgiye dayalı bir öğretim metodu, kesinlikle daha olumlu sonuçlar doğurur. İnsan psikolojik olarak her zaman yumuşak davranış, güzel ve tatlı sözlerden hoşlanır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Eğer sen kaba saba, katı yürekli olsaydın şüphesiz etrafından dağılıp gitmişlerdi.” (Âl-i İmrân, 3/159.) ayeti bu gerçeğe dikkat çeker.
Fatıma Güner
Diyanet Dergisi
18. ve 19. Yüzyıl arası dönemde, “Birleşik Krallığın” öncülüğünü yaptığı “Sanayi Devrimi”, takip eden yüzyıllar içerisinde hızlı bir şekilde bütün Avrupa coğrafyası ve Kuzey Amerika’yı kapsayacak şekilde bir gelişim gösterdi. Bu dönemde başta devletler olmak üzere, özellikle de hakim “burjuva sınıfı”nın bireysel çabaları ile temelleri atılan sanayileşme faâliyetleri aynı zamanda yeni teknolojik gelişmelere gebeydi. Nitekim devlet ve özel girişimci eli ile Avrupa’da başlayan fabrikalaşma faâliyetleri aynı paralellikte yeni alanlar ve imkanlar doğurdu.
Yukarıda ifâde ettiğimiz tüm bu gelişmeler aynı zamanda modern devletlerin oluşumunu gerçekleştirdiği gibi aynı zamanda da devletlerin politikalarını ve ekonomik felsefelerini de şekillendirdi. Muhtelif devletler kendi sanayileri ölçeğinde yeni düzenin teknolojik rekâbet ortamında diğer devletler ile karşı karşıya geldiler. Devletlerin sanayileşme temelindeki teknolojik rekabetleri “markantelizm” gibi ekonomi felsefelerini doğurduğu gibi aynı zamanda da devletleri ileriye dönük yeni araştırmalar ve bilimsel gelişmelere sevk etti.
Avrupa kıtası başta olmak üzere Dünya üzerinde hızlı bir gelişim evreleri gösteren sanayileşme ve teknolojik faâliyetler yeni savaşları doğurduğu gibi; aynı zamanda da bu yeni savaşlar devletleri daha ileri askeri sanayi yatırımlarına ve daha ileri bir teknoloji arayışına itti. Teknolojik gelişmeler savaşları doğurmakla kalmadı aynı zamanda devletleri yeni teknolojiler için teşvik ve tahrik etti.
Özellikle II. Dünya Savaşı’nda devletlerin askeri sanayilerinin yarattığı muâzzam ilerleme “Modern Uzay Çağı” veya diğer adı ile “Bilgisayar Çağı”nı doğurdu. Yâni bugün içerisinde etkisi altında yaşadığımız bilişim çağı Dünyaya egemen oldu.
Bilgisayar sistemlerinin önemini yaratan unsur, elektronik alt yapı olduğu kadar bu yapının işleneceği işletim sistemleri ve yazılımlardır. Bilgisayar sistemlerini yaratan ve oluşturan yapay dil, yâni programlama dili tamamı ile bireysel yetenekler ve hayal gücünden beslenmesi sebebi ile insanoğlunun muazzam nitelikte programlar ve eletronik sistemler oluşturmasını sağladı. Aklınıza gelebilecek bütün teknolojik ürünler, kendi içerisinde yazılımcılar tarafından yazılan milyonlarca kodlardan müteşekkil sistemlerdir. Askeri sanayiden tıp teknolojisine, bireysel kullancılara hizmet eden bilgisayarlardan yeni nesil Android ve İOS cep telefonlarına kadar bütün sistemler yazılımlar ile inşâ edilmiş sistemlerdir.
Yukarıda ifâde ettiğimiz tüm gelişmeleri ve alt yapıyı hazırlayan Batı’nın birikim ve kâbiliyeti aynı zamanda da kendi ülkelerinin ve insanlarının geleceği için gereken alt yapıyı hazırlamakta da hiç gecikmedi. Özellikle programlama dili adını verdiğimiz yeni teknolojileri inşâ eden yazı dilinin en önemli faktörünün insanların bireysel kabiliyet ve hayal gücüdür. Bu durumun farkında olan bir çok Avrupa devletleri bu minval üzere vatandaşlarını programlama, yâni teknolojik yazılımları ile ilgilenmeye sevk ettiler ve kendi vatandaşlarına verdikleri en temel eğitimlerin yanında bir de programlama eğitimleri vermeye başladılar.
Hayal gücünden ve bireysel becerilerden beslendiğini söylediğimiz Bilgisayar yazılımları üzerine, “programlama/kodlama” ve “teknolojik yazılımlar” gibi bir takım dersler Batı’da eğitim kurumlarında en temel ders olarak yıllardır verilimektedir. Özellikle çocukların hayal dünyasının genişliği, soyut ve somut düşünmedeki belirgin nitelikleri küçük yaşlarına rağmen çocuk mucidler yetiştirdi ve yetiştirmeye de devam etmektedir.
Batı’nın farkına vardığı bu muazzam cevher ve zenginlik Avurpa ve Amerika tekonojilerini âdeta rekâbet edilemeyecek bir düzeye getirdi. Ve bu durum aynı zamanda da biz Türk ve Müslüman toplumları hem taklitçilik ile yetinmeye sevketti hem de ezilmişlik ve yenilgi psikolojisini bizlere yaşattı.
Batı’nın genç nüfusunun azlığına rağmen sahip olduğu bu zenginlik ve cevhere Türkiye Cumhuriyeti Devleti başta olmak üzere genç nüfus potansiyeli yüksek olan toplumlar, eğer gençlerine gereken eğitimi verirlerse fark yaratabilicek ruha sahiptirler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti genç ve dinamik bir toplum olduğu için fark yaratabilecek bir potansiyeli vardır. Bu nedenle ciddi bir devlet politikası ile gençlere yönelik olarak Bilgisayar sistemleri yazılım derslerinin eğitim ve öğretim halkasına dahil edilmesi gerekmektedir.
İlk okullar başta olmak üzere, en temel dersler olan Türkçe, Matematik ve Tarih gibi derslerin yanında muhakkak “kodlama dersi” koyulmalı ve gereken müfredât ciddi bir çalışma ile en iyi şekilde hazırlanmalıdır.
Türk Devleti’nin küresel sistemde dirâyetli ve güçlü bir şekilde var olabilmesi için, bu teknolojik rekâbat ve savaşa geçte olsa dahil olması gerekmektedir. Bir şekilde kendi alt yapımızı oluşturmak zorundayız. Çocuklarımıza erken yaşlarda vereceğimiz “programlama dili” eğitimi, devletimizin geleceği için büyük önem arz etmektedir. Gençlerimizin teknoloji ve teknolojik aletlere olan tutkusu da böylece ulvî bir amaca dönüştürülmüş olacaktır. Teknoloji Çağı’nda, kendi dinamikleri ile güçlü bir Türkiye için gereken en temel gaye, devlet politika ve felsefelerimizden birisi de bu olmalıdır.
Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner
Medeniyet, Arapça “Medine” yani “Şehir” ile ilgili bir olgudur. Çünkü medeniyet demek üretmek ve sistemleştirme demektir. Medeniyet kurmak ve dinamik bir şekilde devamlılığını sağlamak yâni üretmek ancak yerleşik bir düzen ile mümkündür. Bu nedenle Medeniyet kelimesi Arapça “Şehir” demek olan “Medine”den türemiştir. Şehir ile Medeniyet arasında derûni bir bağ söz konusudur. Her ne kadar atlı ve göçebe kültürünün de oluşturduğu medeniyet unsurları varsa da bunlar çok hakim ve güçlü değildir.
Bir toplumun ve kültürün Medenîyet oluşturması ancak üretmesi ile mümkündür. Eğer bir toplum bilim, sanat, felsefe ve tarih başta olmak üzere ve daha bir çok alanda evrensel ve yerel bir şeyler üretebilmiş ise ve bu üretilenler özgün bir ruh ile, yâni o toplumun mevcut dinamikleri ile ortaya konulmuş ise Medeniyet kavramının içine alınabilir. Bu dinamikler o toplumu her zaman ayakta tutar, düşmanlarına karşı güçlü ve dirayetli olmasını ve asla o toplumun yok olmamasını, yaşamasını sağlar.
Bu minval üzere II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan bir tartışma bizim yukarıda anlattıklarımızı pekiştirmesi ve görüşlerimizin temellendirilmesi açısından önemlidir. Şöyle ki: II. Dünya Savaşı sonrası, yenilen taraflardan biri olan Almanya’nın kaderinin bundan sonra ne olacağı hususu Amerika Senatosunda konuşulmaktadır. Senatörlerden biri, kürsüye gelir ve Romalıların, Kartacalılara yaptıklarının aynısının Almanlara yapılması gerektiğin söyler. Yâni, Romalılar nasıl Kartacalıları kendi topraklarından sürmüş ve yurtlarını yerle bir etmiş ise, Almanya’ya da aynısının yapılması gerektiğini vurgular. Bunun üzerine söz alan diğer bir senatörün söyledikleri çok çarpıcı ve önemlidir. Söz alan diğer bir senatör ise: “Peki, Almanları, Romalıların Kartacalılara yaptıkları gibi kendi topraklarından sürelim ve yurtlarını yerle bir edelim; fakat Goethe, Beethoven, Immanuel Kant, Nietzsche ve daha bir çok Almanların ürettiği medeniyet değerlerini ne yapacağız?” diyerek konuşmasını tamamlar.
Amerika Senatosun da ki bu tartışmalar bize bir şeyi söylemektedir. O da şudur, bir toplumun ürettikleri, medeniyet oluşturan unsurları, ne olursa olsun o milletin yaşamasını, ayakta kalmasını ve hiç bir zaman asla yok olmayacağının garantisidir. Ürettiğimiz bütün evrensel ve yerel değerler bizi biz yapar ve güçlü kılar. Medeniyet oluşturan unsurlarımızın dinamik bir şekilde devamlılığını sağlar.
Fakat toplumlar bazı durumlarda ya tarih bilincinin unutulması ve toplumsal ruhun kaybolması ya da küresel siyasetin tahrik ve tecavüzleri karşısında bir fetret dönemine girer ve değer üretmek yerine başka medeniyetlerin değerlerini benimseyebilir. Bu durum o toplum açısından kendi medeniyetinin çöküşünü ve yıkılışını hazırlayan sürece girmek demektir. Her ne kadar önceki dönemlerde üretilmiş medeniyet değerleri o toplumun ayakta kalmasını sağlasa da başka toplumların sürekli ürettikleri değerler karşısında bu direnç zaman içerisinde kırılacaktır.
Eğer artık bilim alanında yeni, Farabi, İbnî Sinâ, Ali Kuşçu üretemiyorsak; sanât ve mûsikide yeni Dede Efendi, Itrî, Mimar Sinan üretemiyorsak ve bunun dışında daha bir çok alanda yeni değerler üretemiyorsak bizim medeniyetimiz inkirâza uğramıştır.
Müslümanlar ve bunun özelinde de Türk milleti malesef “Fetret Dönemi”ne girmiştir. Önceki dönemlerde ürettikleri medeniyet unsurlarının devamlılığını sağlayamadığı gibi eski değerlerinin üzerinden geçinmekte ve tüketmektedir. Fakat şu asla unutulmamalıdır, sürekli değer üreten hâkim medeniyetler karşısında malesef yüzyılarca ve binlerce yıl önce ürettiklerimizin değeri ve varlığı yitip gitmektedir.
Eğer hâkim medeniyetler karşısında ezilmemek, yok olmamak ve kendi özgünlüğümüzü bulmak istiyorsak üretmek zorundayız. Çok çalışmalı, üretmeli ve bunu yaparken de inançlarımızdan, tarihimizden ve kültürel kodlarımızdan yararlanmalıyız. Medeniyetimizi halen daha ayakta tutan değerlerimize sımsıkı sarılmalı ve biz nerede yanlış yapıyoruz, neler yapmamız gerekir diye kendimize sormamız gerekmektedir!
Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner
Kültür, esas itibârı ile bir çok farklı tanım ile açıklanılmaya çalışılan bir kavram olsa da, sosyologlar ve kültür bilimciler genellikle kültür kavramı için bir milleti oluşturan maddi ve manevi bütün değerler ile kültür kavramının sınırlarını çizerler.
Kültürü oluşturan maddi ve manevi değerler ise, özellikle bir milleti oluşturan bütün dinamikleri kapsamaktadır. Kültürü oluşturan esas unsurlar milletlerin dil, tarih, inanç başta olmak üzere kendi bireysel ve özgün tecrübeleridir. Bu sebeple de yeryüzünde varlık gösteren ve hayat alanı bulmuş her etnik unsurun kültürü özgün ve farklıdır. Milletlerin karakteristik yapısı, geçirdikleri tarihi tecrübe, yaşadıkları coğrafya vs. gibi bir çok husus milletlere özgün bir kültür kazandırmıştır. İslâmiyet başta olmak üzere bir çok semavi din ve inançlar da toplumların sahip oldukları farklı kültürlere dikkat çekmiş ve bu farklılıkları zenginlik olarak görmüş ve adlandırmıştır.
Tarihi süreç içerisinde modern dönemlere kadar insan topluluklarının birbirleri ile etkileşimi sınırlı olmasından dolayı, farklı kültürlere sahip toplumların karşılaşmaları ve kültürel alışverişte bulunmaları kısıtlı idi. Fakat modern dönem ile birlikte özellikle insan topluluklarının birbirleri ile olan etkileşiminin artması, iletişim olanaklarının çoğalması, farklı kültür ve geleneklerin karşılaşmasını ve birbirlerini etkilemesini sağladı. Bu durum ise sosyolojik olarak kültür etkileşimi dediğimiz olguyu meydana getirdi.
Kültürler arası etkileşim esas itibârı ile bütün insanları kapsayıcı ve kuşatıcı olması bakımından herhangi bir sorun oluşturmaksızın, her topluma yeni değerler ve kazanımlar sağladı. Etkileşim içerisinde olan topluluklar olumsuz yönleri olmakla birlikte ağırlıklı olarak birbirlerini olumlu şekilde etkilediler. Her topluluk kendi tarihi tecrübesi, kendi imkanlarını ve yarattığı maddi ve manevi unsurları farklı insan toplulukları ile paylaştı ve kültürel zenginlikler oluşmaya başladı. Her millet başka milletlere bir çok kazanç sağladı.
İnsan topluluklarının tarihi süreçteki bu etkileşimleri, o toplumlar için kendi öz kültürlerini ve geleneklerini kaybetmek ve kendi özüne yabancılaşmak gibi bir durumu asla söz konusu etmedi. Çünkü etkileşimin sağladığı kültürel zenginlik ve yeniliklere yâni kazanımlara karşılık her toplum kendi öz kültür ve geleneklerini bir şuur ile taşımaya devam ettiler. Kendi geleneksel kültürlerini kendi nesillerine miras bıraktılar. Bu sebeple bu etkileşim kültürel yozlaşma ve yabancılaşmayı doğurmadı.
“Aydınlanma” ve “Sanayi Devrimi” gibi tarihi süreçleri meydana getiren ve alt yapısını hazırlayan zihinlerin yarattığı “emperyalizm” ve “kapitalizm” gibi kavramlar tamamı ile insanlara yönelik bir proje olarak evrensel bir ortak kültür oluşturma süreci içerisinde işledi. Özellikle sömürgecilik faaliyetleri dünya üzerinde ortak bir kültür oluşturmak için gerekli zemini hazırladı.
Yukarıda bahsini etiğimiz “Emperyalizm” ve “Kapitlaizm” telakkisi, dünya üzerinde yaşayan birbirinden kültür ve inanç bakımından farklı olan bütün insan toplumlarını ortak bir kültür ile birleştirdi. Yazımızın en başında ifâde ettiğimiz toplumlar arası kültürel farklılık yâni zenginlik ortadan kayboldu.
“Emperyalist” ve “Kapitalist” felsefe ve politikalara sahip olan köklü aile ve devletler evrensel kültürü bir proje olarak geliştirdiler ve dünya üzerinde tek hakim bir kültür oluşturmak için gereken bütün şartları sağladılar. Ortak kültür aynı zamanda “ortak bir pazar” demektir; fakat bahsini ettiğimiz mâlum devlet ve ailelerin ortak kültür ile sahip olmak istedikleri asıl kazanç sadece ekonomik kazanım değildi. Asıl tutkulu bir şekilde sahip olmak istedikleri şey Dünya üzerinde yaşayan bütün insanları kendi istedikleri şekilde kendi politikaları ile yönlendirebilmekti. Bu nedenle evrensel, ortak bir kültür oluşturdular. Çünkü bütün insanların ortak bir kültüre, ortak bir bilince sahip olmaları demek onları rahatlıkla yönlendirilebilir ve kontrol edilebilir kılmaktaydı. Farklı kültür ve farklı şuurda olan toplumları topyekun yönlendirmek kolay değildir.
Farklı kültür ve bilinçteki toplumları yönlendirmek için her toplumun ihtiyaçlarını, tarihi tecrübelerini, psikolojik ve sosyolojik durumlarını iyi bir şekilde bilmek ve tanımak gerekmektedir. Dünya üzerinde birbirinden farklı din, kültür ve insan toplumu olması hasebiyle bu kadar çok farklı kültürü yönlendirmek kolay değildir. İşte bu nedenledir ki evrensel bir kültür oluşturularak bütün insanlar, bütün toplumlar tek tipleştirildi. İnsanların milliyeti, yaşadığı coğrafya farklı olmasına rağmen sahip oldukları kültür, yaşadıkları kültürel hayat aynı oldu. Artık bugün Doğu ve Batı arasında ciddi kültürel farklar bulmak mümkün değildir.
Bir Çinli’nin canı kurufasulye çekmez, bir Türk’ün canı da herhangi bir Çin yemeği çekmez; fakat Türk’ün de, Çinli’nin de iştahı “hamburger” ve “pizza” çekebilir. İşte bu tahlil, yukarıda ifâde ettiğimiz gerçekliği açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Evrensel yâni ortak kültür bizi tek tipleştirip, kendi özgün kültürel değerlerimizden koparıp kolay ve rahat yönlendirilebilir bir toplum hâline gelmemizi sağlamıştır. Biz toplum olarak mâalsef küresel sistemin söz sahiplerinin ve dünyanın sayılı köklü zengin ailelerinin oyuncağı haline geldik. Bizi adeta bir robot gibi programlanabilir bir hale getirdiler. Sosyolojik ve psikolojik dinamiklerimizle oynadılar ve oynamaya da devam ediyorlar.
Yukarıda vurguladığımız tehlikeli durumdan kurtulmak yâni kolay yönlendirilebilir ve kontrol edilebilir bir millet olmamak için yapmamız gereken şey kendi özümüze, kendi tarihi tecrübemize, maddi ve manevi değerlerimize dönmemiz ve kendi kültürel kodlarımıza sahip çıkmamız gerkmektedir.
Sadece ve sadece milli ve bizden olana taraf olmalıyız. Dil ve tarih başta olmak üzere bütün kültürel mirâsımızı sahiplenmeli ve gelecek nesillerimize aktarılması için hassasiyet göstermeliyiz. Bu durumun ciddiyetinin farkında olup gerekli bütün tedbirleri devlet ve millet olarak almak zorundayız. Devletimiz gerekli politikalar ile önlemler almalı, eğitim kurumlarımızda milli kültürümüzün yaşaması ve devamlılığı için gerekli eğitim verilmelidir. Verilecek bu eğtimi sağlamak aynı zamanda her bir bireye, ailelere ve toplum olarak hepimize bir görev olarak düşmektedir. Bu durum bizim milli felsefemiz olmalıdır. Bizim milli davamız ve meselemiz olarak her zaman gündemimizde olmak zorundadır.
Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner
Türk Müslümanlığı olgusunu ele almadan önce ilk olarak ifâde etmemiz gereken husus bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğudur. İslamiyet’in farklı bir formu olarak asla ve asla algılanmamalıdır. Çünkü esas itibarı ile Müslümanlık/İslamlık her şeyi ile tamam olmuş, sabit bir inanışı ifade etmektir. Bu inanışın temel hususları yâni Kur’an kelamı ile sabit ve nettir. Türk Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı gibi tanım ve kavramsallaştırmalar yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi sosyolojik bir tespittir. Bu tespit birey ve toplumların psikolojileri ve karakterlerinin sosyal, ekonomik ve siyasi olmak üzere belirli şartlar sonucunda oluşturdukları inanç şekillerini tanımlamak için kullanılmaktadır.
Türkler tarihleri boyunca gerek yaşadıkları coğrafya gerekse ilişki ve temas içerisinde oldukları komşu kavimler ile konar göçer bir sosyolojik yapıya mensup olmaları hasebiyle bir çok farklı kültür, inanç ve değerleri tanımış ve görmüştür. Özellikle de konar-göçerlik dolayısı ile farklı coğrafyalar; farklı insan toplulukları ile karşılaşılmış ve bu topluluklar ile kültürel alışveriş içerisinde olmuşlardır.
Türklerin İslamiyeti kabulüne kadar, Türk milleti için tarihi realite göz önüne alındığı zaman genel geçer sabit ve kabul görmüş bir dinî inanıştan bahsetmek asla mümkün değildir. Çünkü Türklerin inanç tarihleri zaman, şartlar, siyasi olaylar ve ticari ilişkiler nedeni ile zaman zaman farklılık arz etmiştir. Bunun yanı sıra bilhassa girift bir yapıdadır.
Özellikle İslam öncesi dönemde konar-göçer bir toplum olmaları dolayısı ile totemcilik, bir takım tabiat kültleri(atalar, yer ve gök, doğa olayları vb.) ile şamanî ritüeller benimsenmiştir. Tarih literatüründe yanlış bir tanım olarak Türklerin inanç durumu “şamanizm” adı altında tanımlanmış ise de Şamanizm bir din değil sadece ritüel ve inanış şeklini ifâde eden bir kavramdır. Özellikle “kam” adı verilen şamanî önderlere ait ritüeller Türkler tarafından inançlarını yaşayış ve ifâde ediş şekli olarak kabul görmüştür.
Türkler, İslam öncesi dönemde yaşadıkları coğrafyanın kozmopolit yapısı, Ön Asya ve Orta Asya’daki misyonerlik faaliyetleri ile siyasi ve ekonomik sebepler dolayısı ile eski dinî gelenkleri yanı sıra Maniheizim, Budizim gibi Asya inançları ile az da olsa Hıristiyan ve Musevi(Karaylar/Karaim) inançlarının da etkisinde kalmışlardır. Fakat bu yeni ve farklı inançları benimseyen Türklerin aynı zamanda eski dinî inanç ve geleneklerini devam ettirdikleri de görülmektedir.
Türkler yeni karşılaştıkları inanç ve ritüellere karşı hoşgörülü olmuşlar, kendi dinamik ve toplumsal değerlerine uygun olan inançları benimsemişler ve önceki inanç geleneklerini de bu yeni form içerisine sokarak devam ettirmişlerdir. Tâbiri caiz ise Türklerin inanışlar karşısındaki karakter yapıları âdeta genel alıcı kan grubu gibidir. Bir çok inanıştan etkilenmiş, eski inanç ve geleneklerini de yeni kalıplara sokarak devam ettirmişlerdir. Bu sebeple İslam öncesi Türk dinî tarihi ve Türklerini dinî için kesin bir adlandırma, belirli ve kesin dinî aidiyet mümkün ve söz konusu değildir.
Kur’an kelamının vayhi ile, özellikle Emeviler döneminde başlayan Ön ve Orta Asya fetihleri ile Türkler zaman içerisinde İslamlaşmaya ve İslami dinî geleneği benimseye başlamışır. Ancak şunu ifade etmeliyiz ki Türklerin İslamlaşması kolay, hızlı ve kısa zamanda olmamıştır. Türklerin Müslümanlaşması bir çok siyasi, ekonomik ve toplumsal faktöre bağlı olarak olumlu ve olumsuz bir çok realiteden sonra uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Türklerin İslamlaşması hemen hemen 18. yüzyıla kadar devam eden bir süreçtir. Türklerin, İslamiyet ile tanışması, Arap fetihlerinin şiddet içeren karakteri dolayısı ile askeri mücadeleleri de barındıran bir sürecin ürünüdür. Türkler zaman zaman şartlara bağlı olarak bazan münferit bazan ise toplu boylar halinde İslamiyete geçmişlerdir.
Yukarıda Türklerin dinî karakteri hususunda söz konusu ettiğimiz bahislerde Türklerin inanç durumunun yeni din ve inanışlar ile karşılaştıktan sonra benimsemeseler bile eski inanışlarını bu yeni forma sokarak bir şekilde devam ettirdiklerini söylemiştik. Kezâ aynı şekilde Türkler İslamlaşmaya başladıkları dönemde de eski dinî gelenek ve ritüellerini de İslâmi bir form ile yeniden inşâ etmişlerdir. Nitekim bugün dâhi Müslüman Türk toplumunun dinî yaşayış şekilleri ve dinî bilgisi muhtevasında İslâm öncesi bir çok dinî unsur, ritüel ve geleneğin devam ettiği görülmektedir.
Türk dinî tarihi hususunda değinmemiz gereken bir diğer önmeli nokta ise Türklerin İran coğrafyasında İslâmiyet ile tanışmış olmalarıdır. İran coğrafyası tarih boyunca kadim medeniyet ve inançlara ev sahipliği yapmış bir coğrafya olması hasebiyle bir çok farklı kozmopolit inanışların doğduğu yerdir. Bu sebeple Türkler bu coğrafya da İslâmiyetle tanışmış olmaları dolayısı ile Türk – İslam inanışı üzerine İran etkisi göz adı edilmeyecek kadar önemli bir realitedir. Nitekim namaz, oruç vs. gibi bugün dâhi Türkler arasında yaşayan bir çok dinî kavram Arapça değil Farsçadır.
Türk inanç geleneği içerisinde “kam” adı verilen dinî önderler ve yaptıkları ritüelleri, içi kapanık ve münzevi hayat tarzları dolayısı ile Türkler İslâmi dönemde de kam yaşayışına benzer yaşayışı devam ettiren “tasavvufi” ekolleri rahatlıkla benimsemiştir. Tasavvufi gelenek Türkler arasında büyük bir hedef kitlesi yakalamıştır. İslam öncesi dönemdeki kam yaşayışı özellikle İslâmi dönemde evliya, abdal, derviş, kalender gibi adlar ile yaşamaya devam etmiştir.
IX. yüzyıldan itibaren İslâmlaşmaya başlayan Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da uzun yıllar konar-göçer bir hayat tarzı sürmeleri nedeni ile kitâbî olmayan tamamı ile şifahi yâni sözlü kültüre dayanan bir inanç yaşamışlardır. Türklerin, kitâbî (ortodoxy) olmayan inançları şifahi ve karışık (hetorodoxy) bir durum arz etmektedir. Nitekim yerleşik Türk toplulukları ile konar-göçer Türk toplulukları arasındaki inanç farklılığı tarihi tecrübede derin bir uçurum oluşturmuştur. Bu fark bugün dâhi etkisini göstermektedir. Özellikle konar-göçer Türk toplulukları arasında İslâm öncesi eski dinî gelenek ve ritüellere bağlılık İslâmi formda devam etmiştir. Fakat zaman içerisinde yerleşik yaşayışı benimseyen Türkler daha çok kitâbî yani Kur’an ve sünnet’ten beslenerek medrese ekolleri ile de farklı bir kimlik kazanmıştır. Bu iki ayrımın yarattığı sosyolojik farklılık toplumsal yaşayışta bu iki zümrenin birbirlerine karşı farklı dinî söylemler içerisine girmelerini de sağlamıştır. Ve bu durum askeri ve siyâsi bir çok mücadeleleri de getirmiştir. (Babailer, Şeyh Bedretti vs.)
Türklerin dinî inanışları için zamana ve şartlara bağlı olarak sosyal, siyasi ve ekonomik nedenler dolayısı ile değiştiğini ve farklılık arz ettiğini söylemiş idik. Nitekim Türk tarihinde Türkler, siyasi politikalar hasebiyle zaman zaman din değiştirdikleri veya bazı dinlerin mezhep adı verilen ekollerinin mensubiyetine girdikleri görülmektedir. Nitekim “Büyük Selçukular” döneminde “Şİİ” yayılmacılığına karşılık “sünni ekol” benimsennmiş ve politik menfaat elde edilmeye çalışılmıştır. Şii geleneğin inşa ettiği “ezher” ekolüne karşı, “Nizamiye Medreseleri” inşa edilmiştir. Abbasi halifeliği ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkiler tesis etmek amacı ile halifeliğin nüfuzu kabul edilmiştir.
Nitekim Osmanlılar’da da Şah İsmail ve Safevi yayılmacılığı ile siyasi politikalarına karşılık sünni ekolü ihya etmeye çalışmış ve karşıt bir siyaset malzemesi olarak kullanmıştır. Devletler dinî mezhep ve ekoller üzerinden derin bir askeri ve sosyal propoganda faaliyeti içerisinda olmuşlardır. İlerleyen zaman içerisinde Osmanoğulları’nın son dönemine doğru özellikle Padişah II. Abdülhamid sahip oldukları halifelik makamının imkanlarını değerlendirmek istemiş ve siyasi politika olarak kullanmayı amaçlamıştır.
Halifeliğin Kasım 1924’te kaldırılması ile artık tamamen inkirâza uğrayan Osmanoğullarının İttihat ve Terakki mensubu bürokratlarının çaba ve mücadeleleri ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Halifeliğin Kaldırılması, Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tesisi ile Türk dini tarihinde farklı bir merhale yakalamıştır.
Yeni Cumhuriyet’in üzerine inşa edilen temel felsefesi ve zamanla yapılan inkilaplar ile, Türk milletinin dini formu modern Batı merkezli, seküler ve laik bir çizgiye evrilmiştir. Özellikle iktibas edilen Fransız tipi laiklik anlayışı ile Türk dini tarihi açısından en önemli dönüm ve kırılma noktası yaşanmıştır. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının inşa ettiği laik ve seküler sistem zamanla dini yönden bir çok farklı problemi meydana getirmiştir.
Özellikle Türkçe Ezan başta olmak üzere, daha sonraki süreçte zuhur eden Türban meselesi, Alevilik vs. gibi toplumsal gerginlikler laik ve seküler kadrolar ile muhafazakar ve mütedeyyin camiayı karşı karşıya getirmiştir. Bu dönem ile birlikte Türk toplumunun din anlayışının muhtevası, ruhu ve yaşam formu değişmiştir. İlerleyen süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kamuoyu 21. yüzyıla dini alanında zaman zaman yükselen tansiyonlar ve gerginlikler arefesinde girmiştir. Özellikle 28 Şubat’ın doğurduğu sonuçlar ile öncesinde yaşanan Madımak, Kahramanmaraş vb. toplumsal facialar tansiyon ve gerginlikleri had safhaya taşımıştır.
Tarihçi ve Felsefeci Umut Güner
“Fobi” kelimesi lugat mânası itibarı ile: belirli durumlar karşısında insanın kapıldığı korku, baskı ve kaygılı bir psikolojiyi ifade etmektedir. Tarih boyunca insanlar, kendileri için doğal bir tehdit olarak gördükleri ve yarattıkları “Öteki”yi kavram olarak fobi ile nitelendirmişlerdir. Nitekim “fobi” kavramı özellikle psikolojik ve sosyolojik bir çok çalışma ile derinlemesine incelenmiş, sebepleri ve beslendiği kaynaklar anlaşılmak istenmiştir.
İnsan toplulukları ve özellikle de bu toplulukların meydana getirmiş oldukları devlet müessesesi tarih boyunca kendi meşruiyetini elde etmek ve kendisine bir hayat alanı yaratmak, özelliklede bu alanı korumak için bir ötekine ihtiyaç duymuş ve ötekini yaratmıştır. Birey ve toplulukların esas itibarı ile yarattıkları öteki genellikle kendi soy, din, kültür ve bilinçten olmayan bir ötekidir.
İnsan toplulukları hâricinde de özellikle semavî veya beşerî dinler de kendi meşruiyetlerini sağlamak, kendi felsefelerini daha yaşanabilir kılmak ve diri tutmak için bir öteki yaratmış ve kendisinin bu ötekiye karşı maddi ve manevi alanda koruyacak olan temel altyapıyı hazırlamıştır.
Yaratılan bu öteki, milletlere ve devletlere kendi inanç ve kültürleri başta olmak üzere bir çok değerlerini yaşatabilmek, nesiller boyu aktarımını sağlamak ve milletlerin hafızasını diri tutmak için en önemli araç olmuştur. Tarih boyunca devletlerin iç ve dış politikaları ekseriyetle yaratılan ötekiyi göz önünde bulundurularak oluşturulmuş ve halen daha oluşturulmaktadır.
Dünya tarihi “Eski Kadim Yunan”dan itibaren “Doğu” ve “Batı” olarak iki alternatif medeniyet ve ruh olarak kabul edilmiş, özellikle de birbirinin alternatifi olan bu iki ayrı medeniyet kendi meşruiyetini sağlamak ve egemenliğini tanımlayabilmek için bir diğer medeniyeti öteki olarak tasavvur etmiştir. Ötekileştirme ve öteki yaratma psikolojisi insanoğlunun kadim varlığından itibaren doğası gereği var olmuş ise de devletler ve milletler nezdinde yukarıda ifade ettiğimiz gibi “Eski Yunan”dan itibaren gelişim göstermeşitir.
“Eski Yunan” ve “Makedon Krallıkları”, Doğulu toplum olan “Persleri” ötekileştirdiği gibi İranlı Persler de Yunan ve Makedon devletlerini bir öteki olarak tanımlamıştır. Özellikle bu devletler mevcut politikalarını bu öteki kavramı üzerinden inşaa etmiştir. Her medeniyet kendi medeniyetini üstün ve yüce gördüğü gibi, ötekileştirdiği medeniyet ve devleti ise alabildiğine aşağılamış ve barbar olarak nitelendirmiştir. Öteki’ne ait ögrdüü bütün değerlere karşı açık bir manipülasyon siyaseti izlemiştir.
Nitekim Fransız edebiyatının ünlü yazarı “Dante”, kaleme aldığı “Divina Commedia/İlahi Komedya” adlı eserinde, “Hz. Muhammed”i cehennemin en alt katmanında bulunan bir yaratık olarak kurgulamıştır.
Nitekim, “Avrupa Tarihi” için ötekileştirmenin tarihi de diyebiliriz. Çünkü Avrupa, tarih boyunca sürekli ötekileştirmenin merkezi olmuştur. Bu ötekileştirme zaman zaman siyasi birliktelikler ve anlaşmalar da meydana getirmiştir. Bu siyasi birlikteliklerden en önemlisi bugün dağılmaya yüz tutmuş olan “Avrupa Birliği”dir. Avrupa birliği esas olarak tamamı ile müşterek zihniyet ve ruha sahip devletlerden oluşmaktadır. Bu devletler kendi içerisine bir bütün, kendi dışında ise tamamı ile ötekileştiren bir çizgidedir. Birliğe dahil olmayan devlet ve toplumlar bu birliğin politikaları ile ötekileştirilir ve Dünya siyâsetinde yalnızlaştırılır.
İnsanoğlunun varlığı ve kadim devletler ile başlayan öteki ihtiyacı ve ötekileştirme politikası asıl zirve noktasını “İslamiyet”in yayılması ve “Hz. Muhammed”in risâleti ile bulmuştur. Batı, yükselişe geçen ve parlak dönemler yaşayan İslam medeniyetini, bu dönemde aşağılamış ve barbar olarak nitelendirdikleri Müslümanlar ile maddi ve manevi mücadeleyi kendisine vazife edinmiştir. Bu ötekileştirme aynı zamanda Batı’ya, yarattığı düşmanına karşı üstün olmak için her alanda hızlı bir çalışma temposu sağlamıştır. Nitekim “İslam Medeniyeti”ni ötekileştiren Batı’ının asıl kazanımı modern dönemde elde ettiği sosyal, siyasi ve ekonomik alandaki üstünlük olmuştur.
Temelleri “Ortaçağ Avrupası”na kadar giden ve bugün âdeta yükselen İslamofobi ve Türkofobi âdeta Batı’nın yaşaması için gerekli olan bir kan gibidir. Batı yarattığı öteki olan İslam ve Türkler aleyhine bilimden sanata, edebiyattan sosyal yaşantıya kadar her alanda aşağılayıcı bir tutuma tarih boyunca sahip olduğu gibi aynı geleneği bugün bütün imkanları ile daha fazla olarak devam ettirmektedir.
Öteki’nin ortaya çıkmasının bir çok sosyal, siyasi ve ekonomik nedenleri olduğu âşikar. Fakat bunların da dışında milletlerin zihinlerinde olumsuz bir öteki oluşturmalarının sebeplerinden birisi de milletlerin tarihi tecrübelerinde yaşadıkları ezilmişlik psikolojisi ve travmatik olaylardır. Özellikle “İslam Medeniyeti”nin uzun yıllar Batı karşısında sahip olduğu üstünlük Osmanlı Türkleri ile beraber zirve noktasına ulaşması “Batı” için bir ezilmişlik psikolojisine sebebiyet verdi. Bu piskolojinin yarattığı travmatik durum Batı’nın toplum olarak bütün katmanları ile ezilmişlik duygusuna kapılmasını sağladı.
İslam Medeniyeti, “Kuran kelâmı” dolayısı ile soy, kültür ve tarih vs. gibi bir çok farklılığa zenginlik gözü ile baktığı için Müslümanlar için bir öteki hiç bir zaman var olmamıştır. Gaza, Cihad ve Fetih politikası ve inancı dolayısı ile “küffar ve kafir” gibi bir öteki tanımı Müslüman zihinde oluşmuş olsa da bu öteki, Batı özellikle de Avrupa’nın sahip olduğu gibi tamamı ile yok eden, tanımayan ve aşağılayan bir öteki asla değildir. Nitekim Müslümanların feth ettikleri yerlerde yaşayan gayr-ı müslümleri her zaman barış ve refah içerisinde yaşatmış ve Müslüman sosyal devletin tüm olanakları, faydalanmaları için onlara tanınmıştır. Hatta Müslümanlar ile hemen hemen eşit düzeyde haklara sahip olduklarını ve Müslümanlar ile birlikte barış içerisinde asla aşağılanmadan yaşadıklarını biliyoruz.
Müslüman Medeniyeti’nin bu tutumuna rağmen Batı, yarattığı barbar ötekini tarih boyunca her zaman bir gelenek olarak taşımış ve nesillerden nesillere aktarmıştır. Batı’da “İslamofobi ve Türkofobi” bir hayati gereklilik gibi nesiller boyunca aktarılmaya devam etmektedir..
Batı’nın inşaa ettiği bu olumsuz öteki imajı, zaman içerisinde Batı toplumlarında bir komplekse dönüşmüştür. Yaratılan öteki bugün Batı için tamamı ile bir kompleks durumdur. Dolayısı ile bu kompleks neticesinde Batı her alanda Müslümanlar özellikle de Türklere karşı nefret kusmaya onların yaşam haklarını ellerinden almaya devam etmektedir.
Meşhur bir darbımeselimizin dediği gibi “her şey zıttı ile kaimdir”, yâni kendisi için bir ötekiye sahip olan ancak vâr olabilir.
Sonuç olarak şunu ifâde edebiliriz: Müslümanlar için kaynaşma ve tanış olma vesilesi, farklılık ve zenginlik olan öteki, Batı ruhu ve zihni için barbar ve kötü bir ötekidir..
Tarihçi ve Felsefeci: Umut Güner
“Kolanizatör Türk Dervişleri” tâbiri merhum tarihçi üstad Ömer Lütfi Barkan’ın meşhur “Kolanizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler” adlı eseri ile tarih ve sosyoloji literatürüne kazandırılmış bir ifâdedir. Müessese ve Medeniyet ile Osmanlı İktisâdı üzerine ihtisas sahibi olan merhum üstad, kaleme aldığı bu eseri ile bir ufuk açmış ve toplum yâni insan, din ve kültür merkezli sosyal tarih çalışmalarına önemli bir bakış açısı kazandırmıştır. Kolanizatör Dervişler tanımı, özellikle Anadolu ve Balkanlar Türk – İslam tarihinin önemli bir dönemini ve bu dönemde gerçekleştirilen Türkleşme ve İslamlaşma faaliyetlerini tam manası ile açıklayan ve ifade eden bir tanım olmuştur.
Selçuklu, daha genel bir ifâde ile Türkmen akınları ve göç faaliyetleri ile başlayan Anadolu Türk tarihi, özellikle başta “Malazgird” ve daha sonra “Miryakefelon” zaferi ile birlikte ileri bir boyuta taşınmıştır. Özellikle bu dönemde Ön Asya yâni İran coğrafyasından Anadolu’ya gelmeye başlayan Türkmen zümreler çoğunlukla “konar-göçer” olmakla birlikte azınlık da olsa İran’ın yerleşik şehirli Türkmen toplulukları da Anadolu’ya gelmeye başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve toplumsal şartlara bağlı olarak zaman içerisinde Anadolu içerlerine yavaş ve sürekli olarak devam eden Türkmen göçleri başta Selçuklu olmak üzere çağdaş diğer Türk Beylikleri’nin devlet politikaları ile de desteklenmiş ve belirli bir düzene oturulmak istenmiştir. Bu dönemde konar-göçer Türkmen zümreler ile şartlara bağlı olarak zaman zaman devlet ve bürokrasi ile ciddi sorunlar meydana gelmişse de bu husus bahs-i diğerdir.
Anadolu’ya bu dönemde başlayan Türkmen akınları öncesi Anadolu’nun genel ifade ile sosyolojik yâni dini, siyasi ve kültürel hafızası Doğu Anadolu’da çounluğu Ermeni, azınlık bir kısım olarak da dağlık bölgelerde yaşayan Kürtler ile başta İç Anadolu ve Ege olmak üzere Rum yâni Bizanslı Grek Hıristiyan halktan oluşmakta idi. Bu döneme gelinceye kadar Anadolu coğrafyası ilk çağlardan itibaren bir çok devletin hayat alanı bulması, bir çok savaşların bu bölgede cereyan etmesi ve etnisite farklılığından dolayı kozmopolit yapısı nedeni ile oldukça yıpranmış ve harab bir haldedir. Nitekim ilk Türk akıncılarının verdiği bilgiler ile bu bölge Türkler tarafından bereketli topraklardan ziyâde ören, viran ve harab gibi adlar ile tanımlanmıştır.
“Konar-göçer” veyahut “göçer evli” olarak ifâde ettiğimiz Türkmen zümrelerin Anadolu’ya başlayan akınları Anadolu’nun çehresinin hızlı bir şekilde değişmesine sebebiyet vermiştir. Özellikle Türkmen zümreler ki ekseriyeti hayvancılık ile geçimini sağlamaktadır. Anadolu’ya gelirken İslâmi dönem ve İslam öncesi döneme ait bir çok dini ve kültürel değerlerini de taşımıştır. Anadolu’ya gelen Türkmenlerin büyük çoğunluğu yerleşik yaşama geçmeye başlamış, yerleşik yaşama geçmeyen ve geçmemekte ısrarcı olan zümreler ile yerleşik düzen oluşturan Türkler arsından siyasi ve sosyal bir çok olay vukû bulmuştur. Nitekim Türkmen zümrelerinin yerleşik hayat geçmesi başta “Devlet-î Aliyye-î Selçuk” olmak üzere devlet politikası olarakta benimsenmiştir.
Anadolu’da Türkmen göçleri ile birlikte hızlı bir şekilde Türkleşme ve İslamlaşma faaliyetleri başlamıştır. Özellikle yeni şehirler inşaa edilmiş, eski harab şehirler de ihyâ edilmeye başlanmıştır. Nitekim bu dönemde Derviş, Abdal, Ahi vb. sosyal gruplara mensub olan Türkmenler âdeta kılıç fethi değil gönül fethi ile Anadolu’ya hızlı bir şekilde Türk dini, dili ve kültürünü taşımaya ve yaşatmaya başladılar. Bu dönemde bir çok yeni şehirler kurulmuş, han, hamam, kervansaray, imarethane, köprü ve yollar, mescid, hankah, zaviye vb bir çok yerleşik medeniyet unsuru inşaa edilmiş, müslüman ve gayrı müslîm eşit olarak bütün Anadolu halkının istifâdesine sunulmuştur. Derviş ve Abdallar, din alanında Anadolu’da irşat faaliyetlerine başlamışlar, Ahi’ler yerleşik Rum esnaf zümrelerine karşılık Türk esnaf zümrelerini tesis etmiş ve sanâyi alanları kurmuşlardır. Tüm bu faaliyetler devlet politikası ile olduğu gibi aynı zamanda da gönüllü bir şekilde de devam etmştir.
Türkmen zümrelerin bu faaliyetleri tarihi süreç içerisinde uzun yıllar devam etmiş ve Anadolu’daki “Müslüman Türk” varlığını pekiştirmiş ve sağlam temeller üzerine inşaa edilmesinde başat rol üstlenmiştir. Türkmen unsurlarının bu medeniyet olşuturan girişimleri Anadolu’nun o dönemdeki yerli halkı olan başta Rum ve Ermeniler tarfından hoşgörü ile karşılanmış, benimsenmiş ve Türkmenler ile aralarında dostluk münasebetlerinin başlamasını sağlamıştır. Nitekim Bizans’ın otoriter ve saldırgan politikaları karşısında yerli Rum ve Ermeni halkı çoğunlukla Türkmen zümreler arasına yerleşmiş, Türk devletinin himâyesine girmiş ve zamanla çeşitli hizmetlerde de rol almışlardır.
Anadolu’da cereyan eden bütün bu faaliyetler sonucunda Türkmen zümreler ile gayrı müslim zümreler arasında başta dinî olmak üzere kültürel alışveriş gerçekleşmiş, ortak faaliyetler yürütülmüş, müşterek bir toplumsal hafıza inşa edilmiştir. Bunun neticesinde aynı zamanda Anadolu’da “heteredoxs/heteredoxy” yâni iç içe geçmiş karışık bir görünüm arz eden bir inanç ve kültür birikim de oluşmaya başlamıştır. Müslüman ve gayri müslimler bu dönemde birbirlerini dinî ve kültürel alanda etkilemişler, bir çok hususta kültür aktarımı sağlamışlardır.
Anadolu’da devam eden Türkleştirme ve İslamlaştırma faaliyetleri bu dönemde kaleme alınan veya şifahi/sözlü olarak aktarılan Menakıbnâme, Fütüvvetname ve destanlar gibi bir çok esere konu olmuş ve başta Abdal, Derviş ve Ahilerin felsefeleri kaleme alınmış ve aktarılmıştır.
Selçuklu inkirâzı ve Moğolların tahakkümü ile Anadolu’da başlayan siyasi, dini ve kültürel anlamdaki tüm olumsuzluklara rağmen İslamlaşma ve Türkleştirme süreci hızlı bir şekilde devam etmiştir. Bu tarihi izleyen dönem içerisinde Batı Anadolu’ya başlayan Türkmen göçleri ile birlikte daha önceleri Doğu Anadolu ve İç Anadolu’da faaliyet alanı bulan derviş ve ahiler Batı Anadolu’ya doğru bir yayılma göstermişlerdir. Bu süreç ile birlikte Batı Anadolu’da da hızlı bir şekilde Türkmen koloni faaliyetleri devam etmiştir. Medeniyet oluşturan bir çok unsur, Batı Anadolu’ya da aktarılmış ve buradan inşaa edilmiştir.
Batı Anadolu Beylikleri’nin faaliyetleri ve özellikle de Osmanoğulları ile başlayan feth hareketleri neticiesinde kolonizatör diye tâbir ettiğimiz derviş, abdal ve ahiler yeni feth edilen bölgeleri yerleşime açmışlar, Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlamışlardır. Bu faaliyetlerin had safhada devam ettiği en önemli yerleşim alanları Osmanoğullarının feth hareketleri ile Türklere açılan Balkanlar’dır. Balkanlar’a Anadolu’dan bir çok Türkmen nakledilmiş, derviş, abdal ve ahiler bu coğrafyaya geçerek burada koloni faaliyetleri sürdürmüşlerdir. Özellikle de Osmanlı’nın “istimâlet” yâni hoşgörü politikası ile de bu toprak parçası hızlı bir şekilde Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır.
Türkmen zümreleri ile bir çok dini önderin şenlendirme faaliyetleri ile Balkanlar’da birçok han, hamam, köprü ve yollar, kervansaray, hankah, zaviye, medrese ve mescid inşa edilmiştir. Bizans’ın menfi devlet politikaları ve âdil olmayan vergi talepleri ile zor duruma düşen Balkan halkları, Türklerin istimâlet politikası ve adil yönetimi ile karşılaşınca zamanla Türk devletinin himâyesine girmiş, Türk din ve kültürünü benimsemeye başlamıştır.
Yukarıda tarihi sürecini ele aldığımız koloni faaliyetleri Anadolu’da inşaa edilen Türk ve İslam medeniyeti mayasının neticesinde Türklerin bu coğrafyada uzun yıllar kalmasını ve başarılı ve sağlıklı devletler inşaa etmesini sağlamıştır. Bugün dâhi bu coğrafya üzerinde yaşam alanına sahip olmamızın ve bir çok askeri faaliyete rağmen bu toprakları elimizde tutmamızın yegâne nedeni tarihi süreçte oluşturduğumuz bu mayadır. Derviş, Abdal, Gazi, Ahi vb. gibi adlar ile anılan gönül erlerinin müşterek mücâdelesi ve sahip olduğu hizmet ruhu dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir ruhtur.
Bugünün küresel sisteminde başta kendi topraklarımız ve sınırlarımız olmak üzere dünya üzerinde güçlü ve dirâyetli bir şekilde sağlam durmamız için gereken şey bu ruha sahip olmamızdır. Toplum olarak bütün benliğimizle bu ruhu bulmalı ve ona sımsıkı sarılmalıyız. Devlet politikaları ile bu ruhu tekrar ihya edecek bir siyaset oluşturmalı, sivil toplum kuruluşları ile de bu faaliyetleri yürütmeliyiz.
Yakıp yıkan değil, geçmişteki medeniyeti inşaa edecek, yeni birer abdal, derviş ve ahiler olacak nesiller yetiştirmeli ve bu ruhu gençlerimize kazandırmalıyız.
Türk-İslam Medeniyeti demek; inşaa, vakıf, hoşgörü ve vicdan temellinde bir felsefeye sahip medeniyettir demektir.
Umut Güner
Amerika Birleşik Devletleri’nin 45. Başkanı Donald Trump özgün adı “Great Again: How to Fix Our Crippled America” olan kitabında fikri yapısını, politik tahayyül ve tasavvurlarını şu şekilde dile getirmektedir: “Ben Amerika’yı eski günlerine geri döndürmek, onu yeniden büyük ve zengin yapmak, onu dostları tarafından saygı duyulan, düşmanları tarafından ise korkulan bir ülke haline getirmek istiyorum.
Artık eylem vakti! Bu kitapta, Amerika’yı yeniden büyük bir ülke haline getirmek adına yarattığım vizyonu özetliyorum. Çöken ekonomimizi nasıl düzelteceğimizi, sağlık sistemimizi nasıl daha etkili ve verimli bir hale getireceğimizi, ordumuzu yeniden inşa ederek savaşları nasıl kazanacağımızı, öğrencilerimizi dünyada yarışır hale getirecek bir eğitim sistemini nasıl yaratacağımızı, yasa dışı göçü nasıl bitireceğimizi ve şirketlere fabrikalarını Amerika’ya geri taşımaları konusunda baskı yaparak nasıl istihdam sağlayacağımızı ele alıyorum.
Bu kitap Amerika’yı nasıl yeniden büyük bir ülke yapacağımın planını içeriyor. Bu zor bir iş değil. Bize sadece söylenmesi gereken şeyi söyleme cesareti olan biri lazım.”
Donald Trump’ın özellikle Hillary Clinton gibi bürokrasi tecrübesi olan bir aday karşısında kazanması ABD kamuoyunda olduğu kadar bütün Dünya’da da şaşkınlıkla karşılandı. Donald Trump seçim kampanyası boyunca verdiği demeçler, yaptığı mitingler, hal ve tavırları ile Amerikan bürokrasisinin çok yabancı olduğu bir siyasetçi imajını çizdi ve daha önceki Amerikan başkanlarından karakter ve düşünce bakımından tamamen farklı birisiydi. Fakat tüm bu farklı özelliklerin dışında önceki başkanlar ile arasında bir ortak nokta vardı ki bu ortak nokta Trump öncesinde ABD başkanlığı yapmış olan 44 başkanın da kendi içlerinde ortak bir özelliği idi. O da Trump’ın yukarıda kitabında da ifâde edilen ABD devlet mefkuresi yani amaç ve gâyeleridir. Yâni kısacası “Amerika Birleşik Devletleri Devlet Felsefesi”dir.
ABD siyâseti tamamı ile bir bütündür. Türkiye’de ki gibi her başbakan ve her partinin zihniyeti ve politikaları farklı değildir. Amerika’da seçilen yeni başkan ister Cumhuriyetçi kanattan isterse de Demokrat kanattan olsun ortak bir gâyenin mücadelesini verir. O da “Büyük Amerika” ve onun şeksiz şüphesiz küresel sistemin en büyük ve tek devleti olma gayesi ve mücadelesidir. ABD seçimleri emin olun asla kozmpolit ve her biri birinden farklı düşüncelere sahip olan Amerika halkına bırakılmaz. Seçimler de asla ve asla derin devletin istemediği kimse aday olamaz ve seçilemez. ABD’nin temel beslendiği büyük güç her başkanlık dönemi sonunda başkan olacak adıyını zaten seçmiştir. Başkanın seçimi komzopolit olan ABD halkının tercihine asla ve asla bırakılmaz.
Yukarıda bahsini ettiğimiz derin devlet bir şekilde algı yönetimi ve psikolojik faaliyetler ile Amerikan toplumuna seçimi kendi özgür iradeleri ile gerçekleştirdikleri ve seçilen adayın tamamı ile halkın tercihi olduğunu her zaman hissettirir. Çünkü bir diğer adı da “Özgürlük Ülkesi” olan Amerika’da seçimlerde halkın meşruiyetinden de faydalanılmak istenir. Özgürlük ülkesi olarak pazarlanan bu ülkede her seçimde aday olanlar ve her seçim sonucun da başkan seçilen kişiler umumiyetle hep farklı karakter, duygu ve düşüncede tiplerden seçilir. Bunun en büyük sebebi de halkın bir şekilde özgür hür bir ülkede yaşadıkları ve rahatlıkla farklı düşünebilen herkesin başkan olabileceği/olabildiği hissinin uyandırılmak istenmesidir. Bunun en büyük somut örneklerinden bir tanesi, ilk “zenci/afro” başkan olan Barack Obama’dır. Donald Trump’da kezâ Barack Obama gibi farklı bir karakter ve psikolojide bir başkan olarak daha önceki ABD başkanlarından ayrılmaktadır.
Yapılan seçimlerde Donald Trump değil de Hillary Cilinton kazanmış olsa idi, her koşulda kazanan ABD ve ABD derin devleti ile önemli kanaat önderleri olacaktı. Bizim bu yazıda esas üzerinde durmak istediğimiz husus, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulduğu ilk günden itibaren 44 başkan gelip geçmesine rağmen devletin politikasının ve ülküsünün aynı olmasıdır. Seçilen bütün ABD başkanlarının kazanılan başkanlık seçimi sonrası yaptığı zafer konuşmalarına bakıldığında hemen hemen hepsi aynı kelimeleri kullanarak aynı kanaatte söylemde bulunurlar. Bunun en temel sebebi ABD’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin mevcut kurulmuş düzenini ve devletin çıkarlarını zedeleyecek ve mevcut politikaları değiştirecek başkanların seçilmemesi ve bürokratların olmamasıdır.
ABD esas itibarı ile tarihi ile bütünleşmiş, geleneksel yapısını asla terk etmeyen, menfaatleri her zaman aynı olan bir devlettir. Bütün Amerikan vatandaşlarında hâkim olan milli bir şûûr söz konusudur. Kendi tarihlerinden, kültürlerinden ve geleneklerinden beslenirler. Velhâsılıkelam idealleri ile bir bütündür. İşte ABD’nin var olan bu birlik ve bütünlüğü, ABD’yi 20. Yüzyılın en kazançlı ve lider devleti olarak tarihe kaydettiği gibi; içerisinde bulunduğumuz 21. Yüzyılda da şuanki mevcut küresel sistemde güçlü ve önder bir devlet olarak varlığını sürdürmesini sağlamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’ne bu gücü ve ruhu veren, başarılı olmasını sağlayan en temel faktör mevcut devlet felsefeleridir.
Donald Trump’ın yukarıda kitabından altıntıladığımız kısım Trump öncesi ABD başkanlarının söylemleri ve politikaları ile birebir aynı olduğunu daha önce ifâde etmiştik. Bu politika ve söylemler genellikle, büyük ve zengin bir Amerika, dostları tarafından saygı duyulan bir devlet, düşmanları tarafından ise korkulan ve çekinilen bir devlet, iç politika da ve dış politika da ABD’nin menfaatlerinin her zaman önceliği ve bu menfaatler için yapılabilecek her şeyin yapılabileceği, hatta gerekirse savaşılabileceği dâhi ifâde edilmektedir.
Açıkladığımız tüm bu hususular ve ABD devlet yapısının ve politikalarının birlik ve bütünlüğünü gözler önüne sermektedir. ABD’yi güçlü kılan bu hususların malesef hiç birisi Türkiye Cumuhriyeti tarihi boyunca mevcut siyasi sistemimizde hiç olmamıştır. Bu birlik ve bütünlüğün olmadığı gibi Türkiye siyasal sistemi içerisinde her zaman farklı partiler, farklı düşünceler etkin olmuş ve çoğu taasup derecesinde bir fanatiklik ile kendilerinden önceki mevcut düzeni ya tamamen değiştirmiş ya da inkâra varan bir ötekileştirme çabası içerisinde olmuştur. Öyle ki Türkiye mevcut siyasal sistemi içerisinde etkin olan “sağ” ve “sol” olarak nitelendirilen siyasal yapılanmalar dâhi kendi içerisinde bir çok farklı gruplaşma ve parti yapılanmalarına dâhi bölünmüştür.
Cumhiyet Türkiyesi’nin bu siyasal sistemindeki bozukluk neticesinde ABD’de örneğine rastladığımız “devlet, gaye, menffaat ve tarihi mefkure” birlik ve beraberliğine mâlesef asla ve asla sahip olamadık. Siyasetimizin girintili ve çıkıntılı, ötekileştiren ve reddeden bu yapısı bizim, devlet ve ülke olarak gerek reelpolitikte; gerekse iç ve dış siyasette güçlü bir devlet olmamızı engellemiştir.
“Güçlü bir Türkiye için” Amerika Birleşik Devletleri örneğinde de görüldüğü gibi yapılması gereken Türk siyasetini ehlileştirmek, tarihten beslenmek, geçmiş tecrübeleri gözden geçirmek, devlet ve millet menfaatlerini öncelemektir. Yâni bir devlet felsefesine sahip olmamız gerekmektedir. Bu Felsefe devleti ile halkı bütüncül bir şekilde kapsamalı, özellikle halk devletin bu felsefesini özümsemelidir. Devlet ile halkın ortak bir ruha ve devlet bilincine sahip olmasını sağlamak ve devletin kendi felsefesini oluşturması en aslî görevimiz olmalı. Küresel sistemde diryâetli, şuurlu ve güçlü bir Türkiye hatta Türk ve İslam Dünyası için hep birlikte yarınlara odaklanmalıyız. Kendi inanç, tarih ve ruhumuzdan bir devlet felsefesi yaratmalıyız.
Umut Güner
Ahi kelimesinin etimolojisinin ne olduğu hususunda muhtelif görüşler ve deliller sunulmuştur. Bazı araştırmacılar Arapça “kardeşim” manasına gelen “ahi”den geldiği hususu üzerinde dururken; bazı araştırmacılar ise Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügati’t-Türk” adlı eserinde geçen, “eli açık, cömert ve yiğit” gibi anlamlara gelen Türkçe “akı” kelimesinden geldiği görüşünü dile getirmiştir. Ahi kelimesinin tarihî süreç içerisinde aldığı mana, oluşturduğu kavram ve ruhu göz önünde bulundurulunca bu iki kelimenin birbirinden hiçbir farkı olmadığı aşikârdır.
Nitekim Ahi mensuplarının faaliyetleri ve tasavvufi birikimleri ile ilgili günümüze bilgi aktaran “Ahi Fütüvvetnameleri” ve Ahiler hakkında kayıt tutan seyyahların gözlemleri bizlere ahiliğin beslendiği kaynaklar ve ruhunu oluşturan unsurlar hakkında önemli bilgiler vermektedir.
Ahilik, tamamı ile Türk kültürünün ve inancının ağırlıklı olarak kendi öz kaynaklarından ve az da olsa farklı kaynaklardan beslenerek oluşturduğu bir sistemdir. Sistem İslam inancı ile birlikte, İslam öncesi kadim Arap geleneklerinden de beslenmiştir. Beslenilen bu kaynaklar içerisinde en önemlisi hiç şüphesiz ki kadim Arap “feta” ve “fütüvvet” geleneğidir.
“Feta” Arapların, ahlaki erdem ve hasletlere sahip olan gençlerine verilen bir isimdir. Özellikle toplumsal barış, yardımseverlik ile ticari alanda kalite ve doğruluğu gaye edinen Arap gençlerinin adıdır. Nitekim kökleri “cahiliye dönemine” kadar gitse de, asıl manasını tamamı ile İslam dininin nüzulü ile birlikte bulmuştur ve tamamlamıştır. Bu telakkinin İslam tarihi içerisinde en önemli örnekleri “Hılful Fudul” ve Hz. Peygamber’in kurduğu “Medine Pazarı”dır.
Erdemliler Cemiyeti olarak adlandırılan Hılful Fudul, Hz. Peygamber’in gençlik yıllarında katıldığı bir cemiyettir. Feta denilen yiğit ve erdemli kişilerin bir araya gelerek yeminleşerek oluşturdukları bu cemiyetin esas gayesi toplumda haksızlığa uğramış, fakir ve desteğe muhtaç kişilere yardım etmektir. Hz. Muhammed, risaletinden sonra dahi toplumsal dayanışmayı güçlendiren bu topluluğu anmış ve önemini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde bir antlaşmaya katıldım. İslam çağında dahi böyle bir antlaşmaya çağırılsam gene kabul eder ve katılırım. Çünkü İslam, Hılful Fudul’u destekleyip güçlendirmekten başkasını yapmaz.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 295.)
Kadim Arap geleneğinde bulunan feta kavramı, İslam ile birlikte daha da güçlenmiş, İslam’ın mümin insanlara yüklediği bütün müspet özellikler ile iç içe geçmiştir. Bu dönem ile birlikte feta, tamamen İslam’ın ideal olarak örnek gösterdiği insan tipi olarak anılmaya başlanmıştır. Fütüvvet mensupları Hz. Muhammed’in izinden giden, onun ahlakı ile donanmış, onun erdemliliğine sahip olan kişiler olarak anılmaya başlamıştır. Fütüvvet mensuplarının beslendiği en temel kaynak yüce Kur’an-ı Kerim olmuştur.
İslam inançları ile Arap ahlak ve geleneğinin de baskın olduğu fütüvvet düşüncesi, özellikle İslam fetihleri sonrası tasavvufi birikim ile kaynaşmış, iç içe geçmiş ve yayılma alanı bulmuştur. Bu dönemde fütüvvet ve feta birçok İslam âliminin de görüşleri ile sistemleşmeye başlamış. Fütüvvet ile ilgili müstakil eserler kaleme alınmaya başlanmıştır. Fütüvvetname adı ile anılan bu eserler, fütüvvet ve Ahilik düşüncesinin felsefi temel ve doktrinlerini oluşturmuş, bu düşüncenin aktarımı ve devamlılığını sağlamış, birçok tekke ve medresede okutulmuştur.
Hatta bu dönem içerisinde fütüvvet mensubu kişilerin siyasi hayatta da etkin olmaya başladıkları görülmektedir. Özellikle fütüvvet telakkisi Abbasi halifesi en-Nasr Li-Dinillah tarafından tamamen sistemleştirilip müessese hâline getirilmiştir. Abbasi coğrafyasının her yerinde, bütün İslam şehirlerinde fütüvvet teşkilatları oluşturulmuştur. Bu teşkilatlar vasıtası ile toplumsal, dinî, siyasî ve iktisadî alanlarda devlet otoritesini güçlendirmiştir. Toplumsal hayat fetalar eliyle düzeltilmeye çalışılmıştır. Devlet otoritesinin zafiyete uğradığı, toplumsal karışıklıkların meydana geldiği dönemlerde fütüvvet mensupları, merkezî otoritenin güçlenmesini sağlamış, toplumsal ihtilaf ve karmaşanın ortadan kalkmasına vesile olmuşlardır. İslam tarihinin en kanlı ve karanlık dönemi olarak tabir edilen Moğol zulmü zamanında Moğol baskısına karşı savaşan ve direnç oluşturan en önemli zümre Ahiler olmuştur.
Kadim fütüvvet geleneğinin yayılma sahalarından birisi de bu dönemde zirve dönemini yaşayan Selçuklu Anadolusu’dur. Özellikle fütüvvet düşüncesine mensup âlimler ve kişiler Abbasi siyaseti neticesinde Anadolu’ya gelmiş ve burada faaliyetlerde bulunmuşlar, bilhassa da Müslüman Türkler arasından hızla taraftar kazanmaya başlamışlardır.
İslami fütüvvet telakkisi bu dönemde Türk kültür ve medeniyeti ile karşılaşmış, âdeta zaman içerisinde içi içe geçmiş ve “Türk Ahiliği”ni doğurmuştur. Özellikle feta ve fütüvvet düşüncesindeki erdemlilik, yardımseverlik, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma vb. olumlu özellikler Türklerdeki başta “alp”lik olmak üzere birçok özellik ile benzeşmiştir.
İslami fütüvvet felsefesi, Türk Ahiliği olarak Anadolu’da kendini bulmuş, birçok önemli misyonu yüklenmiş ve yerine getirmiştir. Öncelikli olarak Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşmasında Ahilere büyük iş düşmüş, Ahiler Anadolu’da İslam varlığının yayılmasında ve kendi medeniyetini kurmasında etkin bir rol oynamışlardır.
Ahilik medeniyetinin oluşmasında başta Ahilerin Anadolu’da piri olan Ahi Evren olmak üzere birçok tasavvuf erbabının katkısı çok büyük olmuştur.
Ahiler Anadolu’da tekke ve zaviyeler inşa etmişler, vakıflar kurmuşlar, imaretler inşa etmişler, yardıma muhtaç halka yardım etmiş, yeni göçler ile gelen halkın yerleşmesine ön ayak olmuş, yiyecek ve barınma ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Şehirlerin kurulmasını ve halkın gerekli ihtiyaçlarının giderilmesini sağlamışlardır. Sanayi alanları kurmuşlar, çarşılar inşa etmişlerdir. Anadolu’nun ekonomik anlamda bir ticaret merkezi hâline gelmesinde önemli bir rol oynamışlardır.
Özellikle Müslümanlar, Anadolu’ya geldiğinde daha önceden burada yerleşik olarak bulunan gayrimüslimler karşısında yaşadıkları sıkıntıları Ahilerin yardımı ve girişkenliği ile aşmışlardır. Nitekim yerleşik bir düzenleri, çarşıları, kurum ve kuruluşları olan gayrimüslimler karşısında zorlanan Müslüman esnafa Ahiler kurdukları sistem ve dayanışma ile yardım etmiş, onların güçlenmesini sağlamıştır.
Özellikle belirtmeliyiz ki Ahilik düşüncesini esnaf zümreleri ile sınırlandırmak tamamı ile yanlıştır. Ahilik, yazımızın başından itibaren ifade ettiğimiz gibi çok yönlü medeniyet kurucu bir unsurdur. Ahilik esas itibarı ile tasavvufi bir sistemdir. Türk tasavvufi hayatının oluşturduğu felsefi bir yapıdır. Bu tasavvufi sistem özellikle esnaf zümreleri arasında taraftar bulmuş ve yayılma göstermiştir. Esnaf zümresi içerisinde yayılması ise Türk ticari hayatını müspet manada etkilemiş, onun hayatının zenginleşmesini ve kaliteli bir sistem oluşturmasını sağlamıştır.
Ahilik düşüncesinin mensubu olan Ahiler, insani ilişkileri, ahlaki karakterleri, erdemli davranışları, doğru ve dürüst tavırları ile Türk ekonomik ve sosyal hayatının zirvesini oluşturmuşlardır. Selçuklu Anadolu’sunda şekillenen bu ahlaki sistem, Osmanlıların kuruluş döneminde etkin olmuş, hatta lonca sistemi kuruluncaya kadar bozulmadan dinamik bir şekilde devamlılık sağlamıştır. Özellikle kuruluş döneminde Osmanlıların Bizans uçlarındaki mücadelelerinde, Balkan coğrafyasının Türkleşip İslamlaşmasında gaza yapan zümrelerin başında Ahiler gelmiştir. (Umut Güner, Tarihte Fütüvvet ve Ahilik s. 130.)
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İslam inancı ile Türk kültür ve medeniyetinin birleşerek oluşturduğu bu felsefi sistem, bizim medeniyetimizin en önemli kaynaklarından birisidir. Maalesef günümüzde medeniyetimizin oluşturduğu bu ahlaki sistemin ve temsilcilerinin izleri silinmek üzeredir.
Ahilik her yönü ile örnek alınabilecek bir felsefi sistem, bir medeniyet unsuru; Ahiler ise her yönü ile örnek alınabilecek ideal bir insan portresidir. Küreselleşen ve sekülerleşen bir dünyada Ahilik bizim için kendi öz ruhumuzda bulunan, geçmişimizden çıkarıp bu güne taşımamız gereken bir medeniyet unsurumuzdur. Gençlerimiz için ideal olarak görülebilecek eşsiz bir örnekliktir. Kapitalizm karşısında varoluş mücadelesi veren sanayimiz, zanaatkârlarımız ve esnaflarımız için bir kurtuluş reçetesidir.
Ahilik ve Fütüvvet ruhunun tekrar ihya edilmesi, insani ilişkilerimizin düzenlenmesi ve esnaf ahlakımızın oluşturulması demek medeniyetimizin tekrardan ihyası demektir. Tarihî tecrübelerimize ve medeniyet oluşturan unsurlarımıza tekrar dönmek ve bu kaynaklardan beslenmek dileği ile…
Umut Güner
Ramazan ayının teşrifi Müslüman toplum ve mümin gönüllerde tarih boyunca büyük bir heycan ve sevinç ile beklenmekte ve karşılanmıştır. Öyle ki oruç ibadetinin farz kılınması ile birlikte bu İbrahimi gelenek, Hz Peygamber ve sahabenin şahsında başta olmak üzere tüm müslümanların en sevdiği ve teşrifini dört gözle beklediği bir ay olmuştur. Müslüman bireyler ve aileler Ramazan ayının gelişini kendilerine has hazırlıklar ile beklemekte ve bu ayın imani boyutta verimli geçmesi için azami gayret sarfedilmiştir.
Müslümanların Ramazan ayının gelişine dair hazırlıkları ve bekleyişleri sadece bireylerle sınırlı kalmamaktayadı. Din görevlileri başta olmak üzere hazırlıklar başlar, mescid ve camiler hazırlanır, ev hanımları evlerinde şahsi hazırlıklarını yapar, esnaf da işyerlerinde gerekli hazırlıklarını tamamlardı. Ramazan ayı yaklaşırken halk nezdinde süren bu hummalı hazırlık sadece toplum ile sınırlı kalmamaktaydı. Özellikle devlet nezdinde de Ramazan ayna has birtakım hazırlıklara başlanır ve özel önlemler alınırdı. Bilhassa bu hazırlıklar muhtelif kültürel ve dini etkinlikler olmakla birlikte siyasi, ekonomik ve sosyal bir takım hazırlıklarda söz konusu olmuştur.
İslam devletleri kendi dönemlerinde Ramazan ayının gelişi hususunda birkaç ay öncesinden başlayan hazırlıklar içerisinde olmuşlar, Ramzan ayının toplum nezdinde bereketli, huzurulu ve afiyette geçmesi için özel çaba sarf etmişledir. Özellikle müslüman hükümdar ve devlet yöneticileri Ramazan ayının gelişine yakın yayınladıkları yazılar ile Ramazan ile ilgili önemli hazırlıkları başlatmışlar, gerekli önelemlerin alınmasını sağlamışlardır.
Türk-İslam medeniyetinin zirve dönemini temsilcisi olan, kendi tarihi döneminde İslam medeniyetinin yaşatıcısı ve taşıyıcısı olma vazifesini layıkıyla yerine getiren Osmanlı Devleti’nde de Ramazan ayının teşfiri hususunda önemli hazırlıklar aylar öncesinden başlanmakta ve tertip edilmekteydi..
Osmanlı ülkesinde Ramazan ayının yaklaşması ile birlikte devlet nezdinde başta saray olmak üzere devlet erkanı ve devlet dairelerinde heycanlı ve özel bir koşuşturma yaşanırdı. İmparatorluk coğrafyasında özellikle de Dersaadet olan İstanbul’da Ramazan aynın huzurlu ve sıkıntısız bir şekilde geçmesi için gereken bütün tedbirler düşünülür ve tembihler yapılırdı. Başta padişah olmak üzere sadrazam ve diğer devlet erkanı yazdıkları hattı hümayunlar olmak üzere emirler verirlerdi.
Bu hususta Ramazan ayının balangıcına doğru Şaban ayı sonunda “Ramazan Tembihnameleri” yayınlanırdı. Arapça, uyarma, uyandırma manasına gelen tenbih ile Farsça; kitap ve mektup manasında gelen nâme kelimelerinin birleşiminden oluşan Tenbihname, Osmanlı devletinin Ramazan öncesi halka, ahlaki ve dini uyarılarda bulunduğu yazılara denilmekteydi.
Bu tembihnameler dini, siyasi ve ekeonomik bir çok uyarıları barındırmaktaydı. Ramazan ayında halkın açlık çekmemesi için yeterli hammdde temininden tutunda esnafın fiyatları makul seviyede tumasına kadar giden ekonomik uyarıları bulunakataydı. Fiyatlar belirlenir, fırıncılar, kasaplar gibi önemli gıda ihtyacını temin eden yerler sürekli izlenirdi. Halkın Ramazan ayında et sıkıntısı çekmemesi için başkente ülkenin muhtelf yerlerinden koyunlar getirtilirdi. Fiyatlar ramazan gelmeden esnfa bildirilirdi ve fiyatlara sınır konulurdu.
Ekonomik uyarılar ve önemlemler dışında tembihnamelerde halkın ramazan ayında nasıl davranması gerektiği, kadınların giyiniş şekilleri, akşam eğlencelerinden sonra en geç hangi saatte eve dönmeleri gerektiği, erkeklerin kumar oynamaması ve ser-hoşluk verecek şeyler kullanmaması hususunda uyarılarda bulunulmaktaydı. Özellikle Ramazan ayında kadınların muhtelif etkinliklere katılması men edilmez, teravih namazlarına iştirak etmeleri sağlanırdı. Sadece kyafet hususunda uyarılarda bulunulur ve geç satlere kadar vakt geçirmeleri istenmezdi.
Bu tenbihnameler II. Mahmut döneminden itibaren Takvim-i Vekayi gazetesinde yayınlanmaya başlanmış ve halka kitapçık olarakta dağıtılmıştır. Tenbihnameler sokakta halka okunur, camilerede vaizler tarafından cemaate, mahallelerde bekçiler tarafından sakinlere ve hanlarda ise işletmeciler tarafından çalışanlara ilan edilirdi.
Müslümanlara uyarılarda bulunulduğu gibi gayrı müslimlere yönelik ikazlarda yapılmaktaydı. Özellikle dini özgürlüğün sağlanması gerekçesi ile gayri müslim tebaadan, müsliman halkın bulunduğu ortamlarda yeme ve içme faailyetlerinde bulunmamaları tenbihlenirdi. Aynı şekilde gayrı müslimlerin oturduğu mahellerede de rahatsız edilmemeleri için davul çalınmaması gerektiği ilan olunurdu. Müslüman ve gayrı müslim halkın ramazan ayında huzurlu ve barış içerisinde yaşadığı ve bazı gayrı müslim esnafın gündüz vakitlerinde kepenkler indirdiği görülmekteydi.
Osmanlı arşiv kayıtlarında ulaşabildiğimiz sultan Abdülmecid döneminde hazırlanan bir tenbihname bize tenbihnameler ve içeriği hakkında yazımızda bahis ettiğimiz hususları açık bir şekilde göstermektedir:
“Padişahımızın bazı camileri teşrifi ihtimal dâhilinde bulunduğundan herkes vazifesini en iyi şekilde ifa ede ve saygıda kusur etmeye. Ramazan’da her zamankinden daha dikkatli ve edepli davranıla. Kurallara uyula. Camilerde ve ötede beride oturanlara karışılmazsa da özellikle çarşı içinde, Bayezid’de ve Şehzadebaşı’na giden güzergâhta yol üzerinde dükkânlarda oturulmaya. Geceleri büyük caddelerde iskemle ile sokak aralarında ve halkın geçip gitmesine engel teşkil edecek şekilde oturulmaya. Araba aralarında dolaşıp arabalı ve arabasız gelen geçen kadınlara edep dışı davranılmaya ve arabalar Bayezid ve Şehzadebaşı’nda Sokak ortalarında durmaya. Kadınlar Sultanahmet, Şehzadebaşı ve Laleli Camii dışında diğer büyük camilere girmeye ve ayrıca namaz vakti haricinde vazifeliler haricinde buralara erkekler de girmeye. Kadınlar akşam ezanına bir saat kala evlerine döne ve iftardan sonra arabalı veya arabasız hiçbir surette sokaklarda dolaşmaya. Herkes her zaman olması gerektiği gibi özellikle Ramazan’da camilere gele, işi icabı bir yere gidip gelen hademelerden başka kimseler teravih namazında dükkânlarda oturmaya. Herhangi bir sıhhî özrü bulunmayanlar oruç tuta, bulunanlar da alenî bir şekilde oruç yemeye. Her zaman temizliğe dikkat edile ve bilhassa Ramazan’da buna daha çok dikkat edile, sokak ortalarına öteye beriye çöp dökülmeye… Bu tembihleri memurlar suret-i katiyede takip edecekler. Ola ki tembihe aykırı hareket edenler görülürse cezalandırıla!”
Tenbihnameler müslüman bir devletin sorumluluğunun ve ince medeniyet telakkisinin en somut örnekleridir. Bu hazırlıklar Ramazan ayının kutsiliği hususunda devletin ve halkın gösterdiği ehemmiyetin derecesinin bir ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ramazan ayının bereketli, huzurlu ve afiyette geçmesi bireysel imani bir mesele olduğu gibi aynı zamanda da İslam devletlerinin devlet felsefesinin ve sosyal devlet anlayışının en önemli meselelerinden biri olmuştur. Ramazan ayı sadece bir ay olarak düşünülmemiş ve sınırlandırılmamış, Ramazan ayı İslam devletlerinde Ramazanın başlangıcından aylar öncesinden başlamıştır diyebiliriz.
Umut Güner
İnsanlık tarihi boyunca bir çok devlet ve toplum başta kendi varoluşları olmak üzere tarihe ad verecek birçok başarılara imza atmışlardır. Muhtelif topluluklar kendi milli vasıflarını tarihi tecrübede elde ettileri kazanımları ile sağlamışlardır. Tarih boyunca yaptıkları onlara ad ve karakter vermiş, onlar da tarihe ad kazandırmışlardır.
Türkler, bahsini ettiğimiz bu minval üzere tarihleri boyunca ad ve karakter almış, başta kendi tarihleri olmak üzere dünya tarihine ad vermiş bir millet olmuştur. Onların bu vasıfları kendi hayat tecrübeleri sonucunda ürettikleri medeniyet unsurları ve insanlık tarihine doğrudan etkileri ile şekillenmiştir.
Türk boylarının İslamiyet’i kabulü ve onu bir hayat gayesi olarak benimseleri ile birlikte tarih artık Türkler eli ile yazılmaya başlanmıştır. Hz. Peygamber ve Kur’an’ın idealize ettiği mü’min insan tipi, Türkler eliyle “gazi” ve “alp” olarak biçimlenmiştir. Kazanılan bu ruh Türkleri tarihin en önemli aktörü kılmış ve dünya tarihine yön verecek kudreti onlara bahşetmiştir. Selçuklu devleti Abbasi halifeliğini, Şii Büveyhoğulları ve Fatımî tehlikesinden kurtarmış; Abbasi halifesinin siyasi ve dini gücünü arkasına alarak İslam dinin sancaktarlığını yapacak misyonu elde etmişti.
Bu ruh ile mayalanan millet, binlerce yıllık tarihine büyük devletler, zaferler ve isimler kazandırmıştır. Bunlardan en dikkat çekici olanı tarihimize “Zafer Ayı” olarak geçen Ağutos ayı içerisinde elde edilen önemli başarılardır. Türk milletinin tarih sahnesinde elde ettiği başarıları, kırılma ve dönüm noktası olarak kabul edeceğimiz dönemlerdeki mücadeleleri ilahi bir kader gibi zafer ayı olarak ad alan Ağustos ayında yazılmıştır.
Türkler, Ağustos ayı içerisinde başta 1071 Malazgirt Zaferi olmak üzere, 1473 Otlukbeli Zaferi, 1514 Çaldıran Zaferi, 1516 Mercidabık Zaferi, 1521 Belgrad’ın Fethi, 1526 Mohaç Zaferi, 1571 Kıbrıs’ın Fethi ve 1922 Büyük Taarruz zaferlerini elde etmiş ve hak edilmiş bir isim olarak Ağutos ayına “Zafer Ayı” ismini kazandırmıştır.
Tarihimize şan veren bu zaferlerin hemen hepsi siyasi, sosyal ve ekonomik önemleri bakımından mühim ve değerlidir. Fakat tarihte sebep ve sonuçları bakımından şüphesiz en önemli iki zaferimiz 1071 Malazgirt ve 30 Ağutos Büyük Taaruz’dur.
Bilhassa Malzagirt Zaferi, Andolu’nun Müslüman Türklere yurt kılınması açışından oldukça önemlidir. Bizans tahtına yeni geçen hükümdar Romanos Diogenes, tahtını büyük bir zaferle taçlandırmak ve Anadolu’da Türk akınları nedeni ile sarsılan Bizans otoritesini yeniden tesis etmek için büyük bir sefer hazırlığına girişti. Bizans ordusu, kaynakların belirttiği rakamlara göre yaklaşık olarak 200-300 bin kişilik bir mevcuda sahipti. Bu ordu Peçenek, Uz, Kıpçak ve Hazar Türkleri ile İslav, Alman, Bulgar, Frank, Ermeni ve Gürcüler’den oluturulmuş ve en iyi silahlar ile donatılmıştı.
Bizans ordusu harekete geçtiği zaman Selçuklu ordusu ve Sultan Alparslan, Mısır seferinde ve Halep kuşatmasındaydı. Hükümdar Romanos Diogenes’in büyük bir ordu ile Malazgirt ovasına doğru ilerlediği haberini alan Sultan Alparslan, Mısır seferini yarıda keserek Bizans ordusunun üzerine yürüdü. Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh da o sıralarda bütün İslâm dünyasının yakından ilgilendiği Malazgirt Muharebesi’nin Alparslan tarafından kazanılması hususunda bir dua metni hazırlatarak cuma namazında bütün İslâm ülkelerindeki minberlerden okutulmasını emretti.
Buharalı Ebû Nasr Muhammed’in ‘bütün müslümanların İslâm’ın zaferi için dua ettikleri cuma günü öğle vaktinde düşmana saldırması’ tavsiyesine uyan Sultan Alparslan, ordusuyla birlikte cuma namazını kıldıktan sonra “Ölürsem kefenim olsun” dediği beyaz bir elbiseyle askerin karşısına çıktı.
Malazgirt Ovası, Rahve mevkine meydana gelen savaşı sayıca az olmasına rağmen Türk ordusu büyük bir zafer ile kazandı. Bizans hükümdarı esir olarak alındı.
Malazgirt zaferi, Selçuklu ve Oğuz Türklerinin İslamiyet ile müşerref olduktan sonra İslamiyet ve Türk milleti adına Bizans’a karşı kazandıkları en önemli savaştır. Bu savaşı mühim kılan en büyük özellik Anadolu’da hakim bulunan Bizans’ın siyasi gücünün ve otoritesinin kırılması ile Anadolu’ya peyderpey gaza ve cihad faaliyetleri yürüten Türk topluluklarının Anadolu’yu artık tamamen yurt kılabilmesidir. Nitekim 1071 Malazgirt Savaşından sadece 4 sene sonra 1075 yılında Bizans’ın başkenti İstanbul’un hemen yakınında bulunan İznik’te Türkiye Selçuklu Devleti kuruldu.
Anadolu’nun kapıları bu savaş sonucunda artık tamamen Türk boylarına açılmış, Türk milleti Anadolu’da kendi medeniyetini inşa edecek ve asla bu topraklardan kimsenin söküp atamayacağı varoluşunu yaratmaya başlayacaktır. Anadolu artık Müslüman Türkler eliyle imar edilecek, köyler ve şehirler kurulacak, medreseler, tekke ve zaviyeler, imâretler inşa edilecektir. Anadolu’da bir çok ünlü devlet adamı, bilim adamı ve düşünür yeşermeye başlayacaktır. Bu ruh ve gaye ile Anadolu topraklarında tarihe geçecek başta iki büyük Türk devleti olan Selçuklular ve Osmanlılar olmak üzere bir çok türk devleti tesis edilecekti.
Tabiri caiz ise İstanbul’un Fethi Malazgirt ile başlanmıştır denilebilir. Özellikle Malazgirt hezimeti sonrası Bizans siyasi çözülmeye başlamış, devlet gelenekleri inkiraza duçar olmuş ve 1453 yılındaki İstanbul’un fethine kadar Bizans zayıflamış bir devlet olarak hayatını sürdürmüştür.
Müslüman Türk yurdu kılınan Anadolu üzerine Avrupa’nın var gücü ile donattığı ordulardan müteşekkil Haçlı seferleri düzenlenmiş fakat 1071’de Malazgirt’te vurulan Müslüman Türk mührü bu topraklardan asla silinememiştir.
Türk varlığını Anadolu’dan yok etmek için sayısız mücadelelere girişen Haçlı düşüncesi en son ve en büyük girişimine Türk topraklarının muhtelif yerlerine açtığı cepheler ile ve Batı Anadolu’dan işgal ile başlatamıştır. Milli şair ve tarihçilerimizin “yedi düvel” olarak nitelendirdiği bu büyük haçlı ordusu başladığı işgal girişimini başkent Ankara önlerine kadar ilerletmiş ve varlığımızı en derin şekilde tehdit etmişti. Bu topraklarda ki yaşam hakkımız gasb edilmek istenmiş ve mevcudiyetimiz tarih sahnesinden silinmek arzusu duyulmuştu.
Kendisine bu topraklarda yaşam hakkı tanımak istenmediği şurunu idrâk eden Anadolu insanı bütün varlığını ortaya koyarak, kadim ruhunu ihya ederek Milli Mücadele’yi başlatmıştır. Kadın ve Erkek, yaşlı, genç ve çocuk demeden bütün bireyleri ve imanı ile Milli Mücadele’yi omuzlamış, tarihte eşi ve benzeri görülmeyen büyük bir kahramanlık destanı yazmıştır.
Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın “fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır” beyitinde ifade ettiği gibi bu yüce millet tarihinde ki büyük başarılarına imza atan ruhunun, kanının ve imanının değişmediğini bütün dünya’ya göstermiştir.
Asırlardır kanı ile suladığı, medeniyetini inşa ve ihya ettiği bu toprakları var gücü ile savunmak ve düşman işgalini sonuçlandırmak için 30 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Taâruzu’u başlatmıştır.
Topyekun bir milletin canı, malı ve olanca imanı ile başalttığı bu mücadele ve taaruz zaferle neticelenmiş, Haçlı ordusunun tarihteki en büyük işgal girişimi Müslüman Türk varlığının nihai zaferi ile neticelenmiştir. Tarih bir kez daha tekerrür etmiş, bu kadim millet tarihinde bir kez daha Ağusots ayında büyük bir zafere imza atmıştır.
Ağustos ayı bir kez daha kendisine hak edilmiş olarak verilen Zafer Ayı ünvanını büyük bir başarı daha ilave etmiştir. Tekrar tarih sayfalarına ve bütün dünya insanlarının hafızasına Müslüman Türkler’in zafer ayı olarak geçmiştir.
Umut Güner
e-Ansiklopedi nedir?
e-Ansiklopedi, bilgi kirliliğine mahal vermeyen, doğru kaynaklardan tarafsız ve gerçek bilgileri toplumun yararına sunan bir sosyal girişimdir. İnternet’in yarattığı bilgi çöplüğünde, manipüle etmeyen, algı oluşturmayan bilgi kaynağı olarak kendisini tanımlamaktadır.
Ünlü filozof Francis Bacon’un ifâdesi ile “Bilgi Güçtür” mentalitesinden hareket ederek, içinde bulunduğumuz enformasyon/bilgi çağı’nda insanların, toplumların ve devletlerin bilgiye olan ihtiyaçları bir gerekliliktir. Bilgiye sahip olan gücü elinde bulundurmaktadır. Bilgi, insanlığın yarattığı tüm maddi ve manevi değerleri ifâde etmektedir. Binlerce yıllık tarihi birikimde üretilen bilgi muazzam boyutlara ulaşmıştır.
İçerisinde bulunduğumuz internet çağında insanlığın binlerce yıldır ürettiği muazzam bilgi birikimine ulaşmak ve öğrenmek kolaylaşmıştır. İnternette ve özellikle de sosyal medya mecralarında bilgiye ulaşmak ve paylaşmak bilgisayarlar, tabletler ve telefonlar ile çok rahat ve pratik hale gelmiştir.
Fakat, bilginin kolay üretilmesi ve tüketilmesi ile kolaylıkla ulaşılabilir olması muhtelif sorunları da beraberinde getirmiştir. Özellikle de yanlış, taraflı ve insanların algılarını değiştirmeye ve etkilemeye yönelik bilgi internette platformlarında doğru bilgiye ulaşmak isteyen insanları taciz etmekte ve kafalarını karıştırmaktadır.
İnternet’in yarattığı tüm bu olumsuzluklara rağmen, e-Ansiklopedi bir sosyal girişim olarak insanlara doğru bilgileri aktarmaya ve paylaşmaya gönül vermiştir. Ürettikleri içeriklerin tarafsız, gerçek ve doğru olmasına özen gösteren gönüllü editörler tarafından, ilgili içeriğin uzman kişilerinin görüş ve fikirlerinden derlenerek oluşturulmaktadır.
Herkesin doğru ve gerçek bilgiye ulaşma/öğrenme hakkı vardır. e-Ansiklopedi.com bu hususuta yüklendiği ağır misyonu ile niteliklerinden asla ödün vermeden insanlığa hizmet için var olacaktır.
Putin 1975 yılında hukuk fakültesinden mezun olmuştur. Mezuniyetinin ardından Sovyet İstihbarat Servisi KGB’de göreve başlamış ve 1985 yılında KGB binbaşısı olarak görev yapmıştır. 1990 yılında Doğu Almanya Cumhuriyeti’nde yaşamıştır. 1991 yılında St. Petersburg Belediye Başkanı Sobchak yönetimi altında çalışmıştır. 1996 yılında seçimleri kazanamayan Sobchak’ın yanından ayrılarak Kremlin Mal müdürü Pavel Borodin’in başyardımcısı olmuştur. 1999 yılında Başbakan olarak göreve başlamadan önce 1998 yılında Putin, ismi Federal Güvenlik Servisi (Rus İstihbarat Servisi) olarak değişen kurumun başkanı olarak görev yapmıştır.
Putin 26 Mart 2000 yılındaki seçimlerin ardından iş başına gelmiş ve ülkede beklenen istikrarı sağlamak için çalışmalarına başlamıştır. Bu istikrar hem siyasal hem ekonomik alanda gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yeltsin döneminden miras kalan oligarklar ve ekonomide yaşanan yolsuzluk iddialarının Putin yönetiminde ele alınarak ortadan kaldırılması çalışmaları Putin’e destek sağlamıştır. Ayrıca Putin’in Çeçenistan’da ortaya çıkan direnişi önlemesi güvenlik konusunda da istikrar sağlamasına yardımcı olmuştur. Bunun yanında dış politikada da aktif rol oynamıştır. Böylelikle Rusya halklarının itibarını korumuştur. 2 Mart 2008 tarihinde Medvedev’in, yapılan başkanlık seçimlerini kazanması nedeniyle görevden ayrılmıştır.
Putin Çeçenistan’daki direnişe karşı mücadelesi, Rus milliyetçiliğini desteklemesi, milliyetçi ve devletçi anlayışı sentezleyerek yönetiminde bu anlayışı benimsemesi, yıllardır ekonomik sıkıntılar yaşayan halkın sorunlarını sona erdireceği izlenimini uyandırması bu süreçte başarılı olmasını beraberinde getirmiştir. Bu girişimlerini medyanın devlet tekelinde olması kolaylaştırmıştır.
Putin Rusya’nın yeniden inşası için bir takım hedefler belirlemiştir. Öncelikle Rusya’nın uluslararası alanda kaybolan gücünü arttırmak ve itibarını düzeltmek, dünya nezdinde gücünün göstergesi olacak silahlı kuvvetleri canlandırmak, ekonomik anlamda dünya devleri arasında yerini almasını sağlamak, ülke refahını arttırmak ve tüm bunları merkezi bir devlet anlayışıyla yerine getirmek en büyük hedefleri olmuştur.
Sovyetler döneminde Komünizmi kurma ve ABD ile rekabet söz konusu olmuştur. Sovyet halkına Sovyet sisteminin ülke ve daha sonra dünyada yayılacağını dayatan ideoloji aşılanmıştır. Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki ortamda bir belirsizlik oluşmuş ve bu belirsizliği gideren kişi Vladimir Putin olmuştur. Bu doğrultuda siyasal bir terim olarak Putinizim kavramı ortaya konmuştur. Putin’e muhalefet eden Boris Nemstov ve Vladimir Kara-Murza tarafından bu kavram, Rusya’yı yeniden inşa etmek için merkezi yönetimi güçlendirerek otoriter bir rejim oluşturmak olarak ifade edilmiştir. Putin’in oluşturmaya çalıştığı merkezi yönetimin üç temel belirleyeni olmuştur. Bunlar; ilk olarak eski KGB yeni Federal Güvenlik Servisi (FSB) çalışanları, askerler, bürokratik elit, ikinci olarak oligark olarak adlandırılan zengin ve nüfuzlu iş adamları, son olarak da milliyetçiliktir. Bu yöntemle devlet içinde güçlü bir merkezileşme söz konusudur. Devletin her alanında, birkaç medya organı dışında tüm medya devlet kontrolüne alınmıştır. Sivil toplum örgütlerinin de birçoğu devlet eliyle kurulmuştur ya da desteklenmektedir. Oligarklar; çok zengin, petrol, gaz ve maden alanındaki işletmeleri yöneten iş adamlarıdır. Yeltsin dönemi oligarkların zirveye çıktıkları dönem olmuştur. Bu dönemde devlet meselelerine de müdahale edebilmişlerdir. Putin ise bu kesimi devlet işlerinden uzaklaştırmıştır. Devletin koyduğu kurallara uyduğu sürece faaliyetlerini sürdürmelerine izin vermiş, devlet kontrolünden çıkanları ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Putin son olarak da milliyetçiliği söz konusu güçlü ve merkeziyetçi Rusya’yı kurmak için önemsemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından halkın güçlü bir otoriteye ihtiyaç duyması sebebiyle milliyetçilik duyguları kabarmış ve Putin de bu kavramı kullanmıştır.
Putin göreve başlaması ile birlikte Rusya’nın siyasal sistemini yeniden inşa etmek için çalışmıştır. Merkezileşme yönünde hareket ederken ordu, istihbarat teşkilatları, merkez kurumlarını kendine bağlamıştır. Bu aşamada en büyük sorun farklı etnik toplulukların aynı bünye içerisinde yaşıyor olmasıdır. Bu topluluklar arasında bütünlük oluşturmak hayli zor bir durumdur. Bu anlamda başarı sayılabilecek bir durum da Putin’in yönetimi esnasında Çeçen savaşlarını sonlandırmasıdır. Her ne kadar etnik sorunlar tam anlamıyla bitmese de BDT ülkelerinin birçoğunda Rus kimliği oluşturulmaya çalışılmıştır. Yeltsin dönemindeki güvenlik sorununun aşılarak suç oranlarının düşürülmesi de Putin’in elde ettiği başarılar arasında yer almıştır. Ekonomide gerçekleşen iyileşme de Putin’in başarısını perçinlemiş ve halkın desteğinin artmasını sağlamıştır. Doğrudan yabancı yatırımlar, know-how gelişiminin devlet tarafından desteklenmesi, özelleştirmelerin sonlandırılması, yüksek teknoloji yatırımlara öncelik verilmesi, ekonomideki refahın sadece petrol fiyatlarının yükselmesi sonucu oluşmadığının göstergesi olmuştur. Dış politikada da Yeltsin dönemindeki gibi kabullenmiş bir siyaset izlememiş, Rusya’yı “egemen bir demokrasi” adı altında uluslararası arenada yeni bir güç merkezi olarak tanıtmıştır.
Putin yönetiminde başarılar kadar başarısızlıklar da bulunmaktadır. Sivil toplum hareketlerinin uluslararası bağlantılarının kesilmesi, yolsuzlukla mücadelede yetersiz kalınması, muhaliflerin faili meçhul cinayetleri, sağlık sistemindeki sorunlar, işçilerin taleplerinin karşılanmaması, azınlıklara yönelik baskıcı politikalar gibi sorunlar baş göstermektedir. Fakat bu sorunlara rağmen Putin, Rus toplumu tarafından güven ve istikrarı sağlayan bir lider olarak kabul edilmiştir.
26 Mart 2000 tarihinde yapılan başkanlık seçimlerini kazanan Putin, vekâleten bulunduğu koltuğa resmen oturmuştur. Putin’in 2 dönem başkanlık görevi boyunca liderlik ettiği Rusya’nın en güçlü ve büyük siyasi partisi Birleşik Rusya (Единая Россия; Yedinaya Rossiya) Partisidir. Parti, 1999 yılının sonunda Putin’in devlet başkanlığı seçimlerine hazırlanırken kurmuş olduğu Birlik Partisi ile Anavatan(Bütün) Rusya Bloğu’nun 2001 yılında birleşmesi sonucu oluşmuştur. Putin başkanlığı süresince partiye önderlik etmiştir. Merkezi ve milliyetçi bir parti olarak nitelendirilecek Birleşik Rusya Partisinin ideolojisi, Rusya’nın eski gücüne kavuşturulması ve dünya üzerindeki yerini tekrar alması üzerine kurulmuştur. Birleşik Rusya Partisi’nin en büyük gençlik organizasyonu “Genç Muhafız” (Molodaya Gvardiya) adlı gençlik koludur. 150 binden fazla kişi bu bünyenin çatısı altında toplanmış olup 2000 yılından beri varlığını sürdürmektedir.
2001 yılında Putin yanlısı Birlik Partisi ve eski Başbakan Yevgeny Primakov ve Moskova Belediye Başkanı Yuri Luzhkov’un Anavatan (Bütün) Rusya partilerinin birleşmesi ile oluşan parti, Rusya’nın politik anlamda merkezini ele geçirmek için Kremlin tarafından kurulmuş politik bir oluşumdur.
Vladimir Putin iki dönem boyunca yürüttüğü başkanlık görevinde Rusya’da otoriter bir rejim yaratmıştır. Otoriter rejimlerde parti ve devlet iç içe geçmiş durumdadır. Parti, bölgesel ve ulusal seçimlerde ezici zaferler kazanmak için devlet kaynaklarına ve politikalarına erişimi kullanır. Putin’in liderlik ettiği Rusya’nın en güçlü partisi Birleşik Rusya (Edinaya Rossiya), partinin başkan ve parlamentoyu birbirine bağlayan rolünü örneklendirmektedir.
Donald Trump’ın Hayatı
Donald John Trump 14 Haziran 1946 yılında Newyork, Queens’te doğmuştur. Babası ünlü işadamı Frederich Trump, annesi Marry MacLeod Trump’tır. Frederich Trump Alman asıllı emlakçı, Marry Trump ise İskoç asıllı olup Amerika’ya göç etmişlerdir. Donald Trump’ın büyük dedeleri Otuz Yıl Savaşları’nda Drumpf olan soy isimlerini Trump olarak değiştirmişlerdir. Hatta Trump’ın gen havuzunu araştıranlar Trump’ın Nazilere dayandığını da iddia etmişlerdir. Seçim kampanyalarında göçmenleri ötekileştirmeye çalışan Trump’ın aslında kendisinin de göçmen olduğunu görmekteyiz. Donald Trump 1960’lı yıllarında liseyi terk edip askeri akademide okumuştur. 1968’den sonra Pensilvanya’da Wharton Institu’de işletme bilimlerinden eğitim almıştır. Babası Fred Trump’ın yanında iş hayatına başlayan Trump emlak alanında büyük başarılar elde etmiştir. İlk olarak Commodore otelini restore edip Grand Hyatt oteline dönüştürmüştür. Bu çalışmasının ardından sürekli gündemde olan Trump, en büyük başarım dediği 68 katlı Trump Tower’ı inşa etmiştir. Ardından birçok otel, golf sahası ve kumarhane inşa eden Trump Emlak Kralı olarak bilinmeye başlanmıştır. Donald Trump giderek medya ve Amerika’da ünlü bir iş adamı olmuştur. Ayrıca televizyon ve sinemaya olan ilgisi onu sürekli olarak ekranda tutmuş, 2003’te NBC TV’de “The Apprenticeé Trump çırak arıyor programında da yer almıştır. Hep göz önünde olmayı seven Trump Miss USA, Miss Universe gibi güzellik yarışmalarını da satın almıştır. Ayrıca “How to Get Rich” kitabı da Amerika’da büyük ilgi görmüştür. Donald Trump üç evlilik yapmış ve 5 çocuğu vardır. Çocuklarını kendi şirketinin “The Next Generation” olarak ilan etmiştir. Kendi gibi çocuklarının da başarılı olmasını ve kendinden sonra da Trump başarısının devam etmesini istemiştir. Çünkü Donald Trump, Amerika’nın müteahhit ve politikacı olarak en iyilerden değerlendirilmişti. İş dünyasının en önemli dergilerinden biri olan Forbes, dünyanın en zengin 400 iş adamı listesinde Donald Trump’a da yer vermiştir. Forbes Trump’ın 3,1 milyar doları olduğunu söylese de Trump, 10 milyar dolarıolduğunu açıklamıştır. Bu kadar zengin ve başarılı bir iş adamının kişiliğine baktığımızda ise genelde narsist, agresif, tutarsız, materyalist, başarıya ve kendine inanan, karizmatik ve daima önde olmayı isteyen biri olarak tanımlanmıştır.
Donald Trump Başkanlığa Adaylığı
Donald John Trump ABD başkanlığına aday olmadan önce “Emlak Kralı” olarak bilinen bir iş adamıydı. Trump Haziran 2015’te, 2016’daki seçimlere Cumhuriyetçi Parti’den adaylığını ilan etmiştir. Dünya’da bir anda beklenmedik propagandalar ve sert çıkışlar yapan bir başkan adayı belirmişti. Trump’ın seçim süreci boyunca birçok seçim vaatleri, sert politikaları ve söylemleri olmuştur. Bunlardan en dikkat çekenleri; ötekileştirme, göçmen sorunu ve İslamofobidir. Donald Trump seçim vaatlerinde göçmen krizine son vereceği, Müslümanlık ve IŞİDile mücadele konularında son derece kararlı ve azimli olacağını vurgulamıştır. Kısaca Trump’ın seçim vaatlerine baktığımızda; 1. Meksika sınırları boyunca göçmenlerin gelmesini engelleyecek şekilde 12 metre boyunda duvar ördürmek, 2. Rusya ve Çin ile ilişkileri ve ticareti geliştirme, 3. Vergileri düşürmek, işsizliği azaltmak ve ekonomik büyüme gerçekleştirmek, 4. ABD’deki Müslümanları kontrol altında tutmak, camileri takip altında tutmak ve Müslümanların ülkeye girmesini engellemek, 5. IŞİD ile sonuna kadar mücadele etmek, IŞİD’ı bitirmek ve IŞİD üyeleri gibi üyelerin “Water Boarding” yöntemi ile sorgulanmasını istemek, 6. ABD’deki 11 milyon kayıtsız göçmeni sınır dışı etmek ve bireysel silahlanmaya destek vermektir. Yukarıda gördüğümüz üzere Donald Trump’ın Müslümanlara yönelik ve göçmenlere yönelik söylemlerini kabataslak görmekteyiz. Bu tezde özellikle Müslümanlara yönelik sert söylemlerini daha detaylı inceleyeceğim. Donald Trump’ın Müslümanlarla ilgili yaptığı İslamofobik konuşmalar tüm dünyaca tartışılmış ve ABD’nin özgürlükçü yapısına ters düşüldüğü söylenmiştir. Donald Trump da tıpkı tüm İslamofobikler gibi İslam dinini terör örgütleriyle bağdaştırmıştır. Konuşmalarında İslam karşıtı birçok söylem yer almaktadır. Ayrıca başkan olduktan sonra da verdiği vaatlerin çoğunu gerçekleştirmiştir. Amerika’da 11 Eylül 2001 olaylarından sonra Obama döneminde durgunluk yaşayan İslamofobik söylemler Donald Trump’ın seçilmesiyle artmıştır.
Donald Trump 2012 yılında Good Morning Amerika’ya verdiği röportajda Müslümanlar hakkında olumlu ifadeler kullanmıştır. Dünyada Müslümanlarla ilgili ciddi problemlerin yaşandığını bunun çok üzücü bir durum olduğunu çünkü onun tanıdığı Müslümanların iyi insanlar olduğunu söylemiştir. Donald Trump’ın bu düşüncesi ilerleyen zamanlarda değişmiştir. Donald Trump’ın Müslüman ülkelerinde birçok yatırımları bulunmaktadır. Özelikle Suudi Arabistan ve Türkiye’de birçok yatırımı bulunan Trump o zamanlar Müslümanlar hakkında böyle ılımlı konuşmuştur. Başkanlığa adaylığını koyduğu günden beri İslam ile alakalı ılımlı sözlerine çok nadir rastlanmaktadır
Donald Trump 16 Haziran 2015’te Amerika Birleşik Devletleri 45. Başkanlığına adaylığını ilan etmişti. New York’ta adaylığını ilan ettiği gün konuşmalarında en çok dikkat çeken başlıklar, Meksika sınırı ve göçmenler, IŞİD ve son olarak da İslami terörizmdir. Donald Trump adaylığa ilanındaki ilk konuşmasında İslami terörizmden bahsederken “İslami terörizm Ortadoğu’nun büyük bir bölümünü yiyor.” demiştir (The American Presidency Project, 2015, s. 2). Trump IŞİD’den, Irak’tan ve İran’dan da bahsetmiştir. Müslüman ülkeler ve İslam ile alakalı ilk konuşmasından son konuşmasına kadar sık sık değinmesi Donald Trump’ın seçim kampanyalarında bu konu üzerinde sürekli duracağı ve belli bir kesimden bu söylemleri sayesinde oy toplayacağı düşünülmektedir. Trump İslami terörizm üzerinde çok yoğunlaşmıştır. Tüm Müslümanlara terörist gözüyle bakması ve İslamofobik söylemlerinin Amerika’da ve tüm dünyada tepki topladığı aşikardır. Bilindiği üzere İslamofobi ve İslami terörizm kavramları 11 Eylül saldırılarının ardından artmıştır. Emperyalist ve hegomonik güçlerin yeni bir düşman arayışında İslam ve Müslümanlar terör ile sıkı bir ilişki içerisindeymiş gibi gösterilmeye devam ettirilmiştir. İslam’ın doğuşundan Haçlı seferlerine, Osmanlı döneminden günümüz yüzyılına kadar Müslümanlar şeytani varlıklar, barbarlar ve daha birçok gerçek dışı ithamlarla karşı karşıya kalmışlardır. Böylelikle İslami terörizm ifadesi de Sovyetlerden bu yana kullanılmaya başlanmıştır. İslam eşittir terör ve terörist eşittir Müslümanlardır düşüncesiyle suçlamalarda bulunulmuş ve Müslümanlara karşı ötekileştirilme yapılmıştır. ABD’nin 45. Başkan adayı Donald J. Trump da İslami terörün Ortadoğu’yu yediğini vurgularken aslında Ortadoğu’da var olan terör örgütlerini kimlerin desteklediğini unutmuş ve orada öldürülen Müslümanların sadece masum insanlar olduğunu ve terörle alakalarının olmadığını göz ardı etmiştir. Trump’ın burada İslami terörizmden kastı Ortadoğu’da bulunan İslami terör örgütlerdir. Müslümanlığı yakından inceleyen bir kişi şunu çok iyi bilir ki İslam dini barış, kardeşlik ve ahlak dinidir. Trump’ın adaylığını açıkladığı ilk konuşmasında İslami terörizmden bahsetmesi ve IŞİD’i bitireceğinden söz etmesi ilerleyen dönemlerde de İslam ve Müslümanlar üzerinden seçim propagandaları yapacağını göstermektedir.
Günümüzde, sosyal medya veya yeni medya olarak adlandırılan eskisine göre oldukça farklı iletişim ortamları her geçen gün daha da artmakta ve kullanıcı sayıları tahmin edilemez düzeyde artış göstermektedir. Yeni medya kavramı 1970‘lerde, bilgi ve iletişim tabanlı araştırmalarda, sosyal, ekonomik ve kültürel çalışmalar yapan araştırmacılar tarafından ortaya atılmış bir kavramken; 90’larda müthiş bir ivme kazanan bilgisayar ve internet teknolojisi ile birlikte genişlemiş ve çok farklı boyutlara ulaşmıştır.
Peki, “Sosyal medya nedir ?” diye kendimize soracak olursak. Sosyal medya; internet teknolojilerini kullanarak iletişim kurmayı, bilgi paylaşmayı ve içerik üretmeyi sağlayan bir platformdur. Sosyal Medya, bireylerin internette yazdıkları yazılardan, videolardan fotoğraflardan ve diğer materyallerden oluşur. Kısacası sosyal medya; içeriğini kullanıcıların oluşturduğu bir platformdur.
Sosyal medya, adında medya olmasına rağmen geleneksel medyadan farklılık göstermektedir. Özgünlüğünü yaratan en önemli farklılığı, herhangi bir bireyin sosyal medyanın içeriğini yaratabilmesi, yorumda bulunabilmesi ve katkı sağlayabilmesidir. Sosyal medya metin, ses, video, resim paylaşımına olanak sağlamakta, bu özelliği ile de kullanıcılara geniş bir kullanım olanağı sunmaktadır. Artık bireyler sadece izleyici veya okuyucu değil doğrudan bilgi yayan aktörlere dönüşmüşlerdir. Sosyal medya araçlarını kullanarak insanlar, düşüncelerini, fikirlerini, deneyimlerini dünya çapında paylaşma imkânı bulmaktadırla.
Sosyal medya bu özelliklerini aşağıda kısaca tanımlayacak olursak Katılımcılar: Sosyal medya katılımcıları cesaretlendirmekte ve ilgili olan her bir kullanıcıdan geri bildirim alabilmektedir. Açıklık: En çok sosyal medya servisleri geribildirime ve katılımcılara açıktır. Bu servisler oylama, yorum ve bilgi paylaşımı gibi konularda cesaret aşılarlar. Bu servislerde çok nadir ulaşıma yönelik engeller koyarlar. Konuşma: Geleneksel medya yayına ilişkin iken (içerik aktarımı ya da dinleyiciye bilgi ulaşımı), sosyal medya iki yönlü konuşmaya olanak tanıması bakımından daha geniş imkanlara sahiptir. Toplum: Sosyal medya topluluklara çabuk ve etkili bir oluşum için izin vermekte; Topluluklar da böylece sevdikleri fotoğraf, politik değerler, favori TV şovları gibi ilgili oldukları şeyleri paylaşabilmektedirler. Bağlantılılık: Sosyal medyanın çoğu türü, bağlantılı işler gerçekleştirir; diğer siteler, araştırmalar ve insanların ilgili oldukları herhangi bir konuda link verilmesine olanak tanımaktadır. Sosyal medyanın bu özellikler çerçevesinde geleneksel medyadan farkı ise şöyle sıralanmaktadır.
Erişim: Hem geleneksel medya hem de sosyal medya teknolojileri herkesin genel bir kitleye erişebilmesine olanak tanır. Erişilebilirlik: Geleneksel medya için üretim yapmak genellikle özel şirketlerin ve hükümetlerin sahipliğindedir; sosyal medya araçları genel olarak herkes tarafından az veya hiç maliyetle kullanılabilir. Kullanılırlık: Geleneksel medya üretimi çoğunlukla uzmanlaşılmış yetenekler ve eğitim gerektirmektedir. Çoğu sosyal medya için bu geçerli değildir veya bazı durumlarda yetenekler tamamen değişmiş ve yenidir, yani herkes üretimde bulunabilir. Yenilik: Geleneksel medya iletişimlerinde meydana gelen zaman farkı (günler, haftalar, hatta aylar) anında etki ve tepkisi olan sosyal medya ile kıyaslandığında uzun olabilmektedir (Tepkilerin zaman aralığına katılımcılar karar verir). Geleneksel medya da sosyal medya uygulamalarına adapte olmaktadır, dolayısıyla yakın zamanda bu farklılık ortadan kalkacaktır. Kalıcılık: Geleneksel medya yaratıldıktan sonra değiştirilemez (bir dergi makalesi basıldıktan ve dağıtıldıktan sonra aynı makale üzerinde değişiklik yapılamaz), oysa sosyal medya yorumlar veya yeniden düzenlemeyle anında değiştirilebilir. Özgürlük: Geleneksel medya ile sosyal medya arasındaki belki en önemli fark özgürlüktür. Geleneksel medya hükümetlerin ve reklam verenlerin baskısı altındadır ve özgürce yayın yapamaz. Sosyal medya ise kolay erişilebilir, herkes tarafından eşit düzeyde müdahale edilebilir, global bir platform olduğundan çok daha özgürdür. Yukarıda Sosyal Medya’nın ne olduğunu Geleneksel Medya’dan farklarını kısaca açıklaya çalıştık. Peki, bu kadar farklı ve özellikleri olan sosyal medya’nın Dünya’da ve Türkiye’de Güncel (2014) istatistikleri neler söylüyor, birlikte bir bakalım… Dünya üzerinde 2.5 milyar insan internet kullanıyor. Bu kullanıcıların 1.8 milyarının sosyal medya ağlarında hesabı var. Sosyal medya aktif kullanıcı sayıları her geçen yıl artıyor. Facebook, 1,184 milyarlık güncel aktif kullanıcı sayısı ile sosyal ağlar arasındaki liderliğini koruyor.
Peki, Türkiye’de internet ve sosyal medya kullanıcı sayıları hangi boyutta? Türkiye’de internet kullanım oranı, tüm nüfusa oranla %45.
Türkiye’de 35 milyonun üzerinde internet kullanıcısı, 36 milyon aktif Facebook hesabı var. (Sahte hesaplar dahil)
Günde ortalama 4.9 saatimizi kişisel bilgisayarlar üzerinden, 1.9 saatimizi mobil cihazlar aracılığıyla internette harcıyoruz.
Günde ortalama 2 saat 32 dakikamızı sosyal medyada geçiriyoruz. Türkiye’de en çok kullanılan sosyal medya platformu olan Facebook’u (%93), sırayla Twitter (%72), Google+ (%70) ve LinkedIn (%33) takip ediyor.
İnternet ve sosyal medya kullanım istatistiklerine genel olarak bakıldığında, Ocak 2014 verileri mobil internet erişimindeki büyük artış gözlemlendiğini söyleyebiliriz. Yukarıdaki istatistiklerle birlikte; Günümüzde özellikle 12-17 yaşları arasındaki kuşağın %93’üçünün online mecra ile ilişkide olduğu hatta %63’ünün her gün online olduğu da göz önünde bulundurulduğunda, Sosyal medyanın ne denli bir gücü elinde bulundurduğu tartışılamaz. Sonuç olarak, Sosyal medya her geçen gün büyümekte ve daha fazla kitlelere hitap etmektedir. Bireysel olarak sosyal medyada geçirdiğimiz vakit her geçen gün artmaktadır. Türkiye’de sosyal Medya’nın bu gelişimini (istatistikleri) doğru okuyan markalar dijital pazarlama uygulamalarına hiç vakit kaybetmeden geçmiş/ geçmektedir ve en önemlisi sosyal medya’yı çok yakından takip etmektedirler.
Tarık Semiz ve Buket Bora
13. asır Anadolusu’nun büyük mutasavvıf şâiri. Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr’a göre babası “Belhli Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin’in oğlu, devrinin kutbu Sultânü’l Ulemâ Bahâeddin Veled’in” oğlu olan Mevlânâ’nın soyu Peygamberin ilk halifesi Ebûbekir’e çıkmaktaydı. Tabiî din ulularıyla ilgili bu nevi şecerelerin bir gerçeklik taşımadığını belirtmek gerekir. Bu çeşit sunum bu çeşit insanlarda bir tercüme-i hâl geleneği gibidir. Herkes veya o herkesin muakkipleri kendileriniyâhut ulularını ya Peygamberin yâhut çevresindeki büyük sahâbelerin nesebinden görmek ister. Diğer yandan babası için devrinin kutbu denilse de kendisinden söz eden çağdaş hiçbir kaynakta adının geçmemesi ve Mevlânâ dolayısıyla bilinir olması çok tanınmadığını da ortaya koymaktadır. F. Lewis’e göre Mevlânâ Belh’te değil oraya 250 km. uzaklıktaki Vahş’ta (Bugünkü Tacikistan sınırlarında) doğmuştur. Yine ona göre memleketinden uzakta olan taşralıların, memleketleri sorulduğunda yaşadıkları yere en yakın kültür merkezini söylemeleri bir gelenekti ve îtibârlarına katkı sağlardı. Bahâeddin Veled ve âilesi daha sonra Semerkand’a göçmüş, şehir 1219’da Moğol tahrîbâtıyla yerle bir olmadan en az üç yıl önce de buradan ayrılmışlardır. Horasan’dan başlayan ve kronolojisiyle uğrak yerleri bulanık olan bu yolculuk Bağdat ve Arabistan’dan sonra Şam tarîkiyle onları Malatya’ya ulaştırır. Daha sonra Sivas ve Mengücek başkenti Erzincan’da da kalan âilenin yolu en son Larende’ye düşer. Yine Lewis’e göre Sipehsâlâr’a güvenecek olursak 1221’den îtibâren Bahâeddin ve âilesi artık Konya’dadır. Sultan Veled ve Ahmed Eflâkî’ye dayanacak olursak bu varışın senesi 1229’dur.
Mevlânâ’nın hayâtındaki en önemli hâdiselerin başında şüphesiz Kalenderî dervişi Şems-i Tebrîzî ile karşılaşması gelmektedir. Bu karşılaşmanın ilk nerede ve ne şekilde olduğuna dâir çeşitli rivâyetler olmakla birlikte o ândan îtibâren sûfî şâirin irşad işini bırakıp vaktini sürekli Şems ile geçirdiği ve Divân-ı Kebîr adlı eserinin bu ilişkiden doğduğu bilinmektedir. Ayrıca Şems’in, bu yakınlığın yarattığı kıskançlık dolayısıyla Mevlânâ çevresindeki bir grup tarafından tahminen 1247’de öldürüldüğü kaydedilmiştir.
Mevlânâ, âlim ve sûfî bir şâirdir. R. Öngören’e göre onun dinî ve tasavvufî görüşlerinin kaynağı Kur’an ve sünnettir. “Canım tenimde oldukça Kur’ân’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım…” diyen bu mutasavvıf, cumhuriyet dönemi hümanizm anlayışının kabûl edilebilir bir figürü olarak ele alınmış, evrensel bir çağrının ve kardeşlik ülküsünün müncîsi olarak resmedilmiştir. Oysa onun zannedildiği gibi engin bir hoşgörüsü yoktur. Meselâ Halep’teki Şiilerden bahsederken onların Hz. Hüseyin için tuttukları yası ve ritüellerini yadırgar. Onlara, Hüseyin’e değil kendi harap dinlerine ve gönüllerine ağlamalarını salık verir.
Ayrıca sürekli atıf yapılan “Ne olursan ol gel…” çağrısı da ona değil, 967 – 1040 yılları arasında yaşamış Horasanlı mutasavvıf Ebû Saîd-i Ebû’l-Hayr’a âittir. Yine de “Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” dediğini görmezden gelmemeliyiz. Onun 13. asır Anadolu siyâsî târihinde oynadığı rol de tartışmalıdır. Moğol tazyîki altındaki Anadolu’da bir işbirlikçi veya bu yabancı işgâlin sancılarını mümkün olabildiğince hafifletmeye çalışan bir figür olduğu yolunda iki görüş arasında salınıp durmaktadır.
Oylumlu Divân-ı Kebîr’i hâricinde, türünün diğer örneklerinden ayrılması için Mesnevî-i Mevlevî olarak da bilinen kitabı, edebiyâtımıza en fazla tesir eden eserlerden biridir. Ayrıca sağlığında kaydedilen sohbetlerinin vefâtından sonra derlenmesiyle oluşturulmuş Fîhi mâ fih ve Mecâlis-i Seb’a adlı vaaz ve sohbet derlemesiyle günümüze ulaşmış, devrinin önde gelen şahsiyetlerine yazdığı Mektuplar’ı da bulunmaktadır.
Türk güldürü edebiyâtının önde gelen figürü olarak Nasreddin Hoca’yı tek bir mücessem kişide aramak doğru mudur bilinmez; ama millî hayâtımızın bir cüzü olduğu ve nüktedan Anadolu insanının pratik zekâ, kavrayış, lâfı gediğine koyma, özlü ve hakîmâne ifâde gibi kaabiliyetlerinin onda tecessüm ettiği ve bizim ayrılmaz bir parçamız olduğu bir doğrudur. N. Albayrak’a göre, “Yaşadığı dönem, doğum ve ölüm yılları, tarihî kişiliği ve ailesi hakkındaki bilgiler tartışmalıdır. Yaşadığı dönem ve yöre hakkındaki en önemli kanıtlar Akşehir’deki türbesi, soyundan geldikleri söylenen kişilere ait mezar taşı kitâbeleri ve adına kurulmuş olan vakıfla ilgili Fâtih Sultan Mehmed devrine ait bir arşiv belgesidir. Kaynaklarda yer alan bilgilere göre Nasreddin Hoca, Sivrihisar’ın Hortu köyünde 605 (1208) yılında doğdu. Köyün imamı olan babası Abdullah’tan sonra bu görevi kendisi üstlendi.
Ardından Akşehir’e göç etti, burada kadılık yaptı ve 683 (1284) yılında öldü.”
Kabûl edilen en doğru bakış açısı yukarıdaki kayıttır. Yine de Hoca hakkındaki çeşitli aktarımlardan bahsetmekte fayda var. Bunların arasında Halîfe Hârun Reşid döneminde (786 – 809) yaşamış olduğundan tutun, Harezm hükümdârı Alaeddin Tekeş’in (1172 – 1200) muâsırı olduğundan veya 13. asırdaki Selçuklu hükümdarlarından bir Alâeddin’in çağdaşı olduğuna yâhut Timur’la Bâyezid devrinde yaşadığına dek türlü rivâyetler vardır; fakat Türkçe’de Hoca’dan bahseden en eski yazma eser Cem Sultân’ın maiyetindeki Ebû’l-Hayr Rûmî tarafından kaleme alınıp 1480’de tamamlanan, Sarı Saltuk’un menkıbelerinin anlatıldığı Saltuknâme’dir.
İsmâil Hâmi Dânişmend, anonim bir Selçuknâme’ye dayanarak Hoca’nın Moğol istilâsı devrinde zarâfet, talâkat ve siyasetiyle halkı zâlim Moğolların baskısından kurtarıp haracı hafifletmeye çalışan bir halk babası olduğunu ve Konya’da Sultanlığın müstevfîlik, yâni Mâliye Nâzırlığı, makâmına gelerek bu işleri hallettiğini aktarmıştır. Yine aynı kaynağa göre Çobanoğulları’nın üçüncü emîri Muzafferü’d-din Yavlak-Arslan’ın oğlu olan “Nasıruddîn”, babasının saltanat kavgalarında maktul düşmesi üzerine onun yerine bey olmuştur. Dânişmend, Konya’daki sergüzeştinde geçen Selçuklu Mesud’un ve Moğol idarecinin (Geyhâtu)
sonraki anlatılarda Bâyezid ve Timur’la, Moğolların da Tatarlarla yer değiştirdiğini öne sürer ve bu vesîleyle ilginç bir kariyerle onu reel târihe bağlar.
Hoca’nın fıkraları kültür tarihçiliğinin meselesi olarak ele alınmış ve kendisi, kişiliğini yansıtan bâzı eski güldürü edebiyâtı kahramanlarının envanterini devralan bir figür olarak görülmüştür. Bunların başında 10. asırda Kûfe’de Fazâra kabîlesinden Cuhâ adlı bir nükteci kişi gelmektedir. Fehim Bayraktareviç’e göre 10. asır Arap bibliyografı İbnü’n Nedîm’in el-Fihristadlı kitabında da Cuhâ Fıkraları Kitabı (Kitab-ı Nevâdir-i Cuhâ) olarak geçen ve bizden önce Batı’ya ulaşan bu güldürü hikâyeleri 15 ve 16. asırlarda Türkçe’ye çevrilerek Nasreddin Hoca’ya mâl edilmiştir. Ayrıca Fars edebiyatına da yansıyan Cuhâ çevirileri Acem şâirler kanalıyla daha eski târihlerde de Anadolu’da bilinir hâle gelmiş olabilir. Nitekim Mevlânâ’da birkaç Cuhâ hikâyesi yer almaktadır. Diğer yandan, Cuhâ isminin “Hoca” olarak bir tehâfül geçirdiğini söylemek de bu vesîleyle kolaylaşır gibi olsa da bunu Farsça’da seçkin erkek anlamındaki hâce’ye bağlayanlar da vardır.
Nasreddin Hoca salt Arap Cuhâ’dan neşet etmiş demek zordur; fakat Türk dünyâsında pek çok güldürü karakterini içine aldığı veya doğurduğu bir gerçektir: Karakuş, Behlül, Ahmet Akay, Navöi, Aldarkösö, Apandi (Efendi) gibi yerel veya anonim nitelikli isimler kanalıyla geniş bir coğrafyada fıkraları anlatılmıştır. Ayrıca fıkraları kanalıyla Türkçemiz pek çok deyim ve atasözü kazanmıştır. Bunlardan bir kısmı özgün fıkralarda yer aldığı gibi, sonradan işlenmiş fıkralar du tip anonimleşmiş sözlere kaynaklık etmiştir.
13. asır Anadolusu’nun büyük sûfî Türkmen şeyhi. Meşhûr Osmanlı târihçisi ve aynı zamanda Baba İlyâs’ın torunlarından Âşıkpaşaoğlu’na göre kardeşi Mintaş ile Horasan’dan gelen Hacı Bektaş, 1240’ta (II.) Gıyâseddin Keyhüsrev’in kötü idâresi dolayısıyla bozulan sosyal düzene bir tepki olarak doğan Baba İlyâs-ı Horasânî’nin önderliğindeki ve fiilî olarak Baba İshak tarafından başlatılan, Vefâî, Yesevî, Kalenderî, Haydârî ekollerine mensup Türkmenlerin katıldığı Babâî ayaklanmasında yer almıştır. Baba İlyâs’ın hayâtını anlatan mevsûk kaynak Menâkıbû’l-kudsiyye’ye (Yazılışı: 1358 – 1359) göre Hacı Bektaş bu âsî dervişin halîfelerinden birisidir. Mevlânâ’ya hasredilmiş Menâkıbû’l-ârifîn’e (Yazılışı: 1318 – 1353) göre ise onun halîfe-i has’ı ve gözde mürîdidir. Bu eserinde Ahmed Eflâkî, Hacı Bektaş’ı yakîne ermiş bir ârif olarak tanıtmış; fakat İslâm kâidelerine uymadığını da belirtmiştir. Bu sebeple ve büyük oranda sonraki asırlarda Bektâşî fıkrası olarak anlatılagelmiş, umumiyetle dinî kuralları tahfif eden hikâyelerin de tesiriyle Bektâşî meşreplilik haksız yere bir nevi dindışılık olarak görülmüştür. Bu ayaklanma sonrasında Sulucakaraöyük’e yerleşen Hacı Bektaş, ölümüne dek burada kalmıştır.
Âşıkpaşaoğlu’na göre, Hacı Bektaş’ın Hâtun Ana isminde, Bâcıyân-ı Rûm’a mensup mânevî bir kızı vardı ve bir tarîkat müessisi olmayan, müridleri olması için de çalışmayan Hacı Bektaş kendi öğretisi ve kerâmetlerini bu kadına emânet etmişti.
Hacı Bektaş’ın da diğer din uluları gibi soyu Hz. Peygamber’e çıkarılır. Yedinci imam Mûsâ Kâzım’ın Bağdat’ta öldürülmesi sonrasında onun Horasan’a giden neslinden geldiğine inanılan Hacı Bektaş, efsâneye göre öğrenim çağına gelince babası tarafından Hoca Ahmed Yesevî’nin müridlerinden Lokman-ı Perende’nin yanına verildi. Hacı unvânını alması da Lokman’la ilintili bir hikâyede geçer. Hacc için Mekke’ye giden Lokman, Kâbe’yi tavâf edip Arafât’a çıktığında, Kurban Bayramının arifesinde olunması dolayısıyla evinde bayram yemekleri hazırlanmış olduğunu düşününce, aklından geçenler transandantal biçimde Hacı Bektaş’a ulaştı ve o da geleneksel yemeklerle dolu bir tepsiyi Lokman’a iletti. Bundan sonra da kendisine Hacı Bektaş denilmeye başlandı. Hünkâr unvânı da Lokman’ın kendisinden abdest suyu istemesi üzerine secdeye varıp medrese zemininden su çıkartması dolayısıyla hocasının “Yâ Hünkâr!” diye bağırmasından gelir.
Gelenek, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’ye intikâl eden Tanrı vergisi kutsal emânetlerin halîfeleri tarafından kendilerinden birine devredilmesi istendiğinde bu ulu Türk’ün “Kendisine verilecek olan, onları almaya gelecektir” dediğini ve zihnî melekeleriyle bunu işiten Hacı Bektaş’ın tayy-ı mekân ederek yanına gelmesi üzerine Pîr’in onun saçını kazıyıp kendisine nasib vererek “Git, seni Rûm ülkesine gönderiyoruz, oturacağın yer olarak Sulucakaraöyük’ü veriyor ve seni Rûm abdallarına baş kılıyoruz, hemen var” diyerek Anadolu’ya yolladığını anlatır.
Menkıbevî anlatımlara göre Osman Gazi’nin kayınpederi olan Vefâî dervişi Şeyh Edebâlî de Hacı Bektaş’ın çevresindendir. Söylencelerin Osmanoğullarını Hacı Bektaş’la böyle bir kanaldan uyuşturma çabası ilginçtir. Bir taraftan Osmanlı târih yazıcılığı Selçuklu’nun resmî mirasçısı olduğu yönünde bir söylem geliştirip kurgularken diğer taraftan menâkıbnâme geleneğinin onları Selçuklu idâresini yıkmak üzere ayaklanan heterodoks Türkmen dervişleriyle bağlantılı göstermesi, üzerinde genişçe düşünmeye değer bir konudur. Vilâyetnâme’de Hacı Bektaş’ın Osman Gâzi’ye elifî taç giydirmesi, kılıç kuşandırması, tarîkat erkânınca önüne sofra yayması ve “Gün doğusundan gün batısına dek çerağın yansın” duâsıyla onu bir nevi takdis etmesi anlatılır. Tabiî en eski yazma nüshası 17. asra âit olan Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi’nin geriye dönük (retrospektif) bir kurgu olma ihtimâli de son derece yüksektir. Bu, Bektâşî gelenekleriyle yoğrulmuş Yeniçeri Ocağı’nın gücünden kaynaklanan bir kurgu da olabilir. Nitekim Vilâyetnâme, kurucu Osman dışında diğer ilk pâdişahlar neslini de türbesini yaptırmak, onarmak gibi fiillerle Hacı Bektaş’a iliştirmiştir. Osmanlı devletinin 16. asırdan îtibâren tanıdığı tek heterodoks tarîkat da Bektâşîlik olmuştur. Tarîkatın 13. asırda Kalenderîlik içinde ortaya çıkması sonrasında onu bu bağdan koparan, 1516’da öldüğü kabûl edilen ikinci pîr Balım Sultan’dır. (II.) Bâyezid tarafından dergâhın başına getirildikten sonra teşkîlât ve doktrinde değişikliklere gittiği bilinen Balım Sultan’la birlikte tarîkat Kalenderîlikten ayrılıp derlenerek sağlam bir taşra teşkîlâtına kavuşmuş ve Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar (1826) varlığını sürdürmüştür. II. Meşrûtiyet’le tekrar faaliyetlerine başlayan tarîkat 1925’teki tekke ve zâviyeleri kapatan kânunla resmî olarak son bulmuştur.
13 – 14. asır Anadolu’sunun önde gelen mutasavvıf şâiri ve Türk dilinde kaleme aldığı Garibnâme’yle, eski Anadolu Türkçesi’nin etkisi çok uzun süreli ilk numûnelerinden birini vererek Farsça’nın hâkim olduğu coğrafyamızda Türk diliyle eser telifi konusunda çığır açıcı olmuş mühim bir şahsiyeti olan Âşık Paşa, neslen Anadolu târihinin çok önemli bir hâdisesiyle zuhûr eden bir âileye mensuptur. Dedesi, Türkiye Selçukluları’nın inhitat târihinde çok önemli bir yeri olan meşhûr Babâîler ayaklanmasını başlatan Horasan göçmeni bir Türkmen olan Ebû’l-Bekâ Baba İlyas’tır. Baba İlyas, Amasya yakınlarındaki, günümüzde İlyas köyü olarak bilinen Çat köyüne yerleşip bir zâviye açarak Dede Garkın’ın halîfesi sıfatıyla Vefâiyye tarîkatını yaymaya başlamış; 1240’ta Selçuklulara karşı başlattığı ayaklanma, Amasya Kalesi’nde kıstırılıp îdâm edilmesinden sonra halifesi Baba İshak önderliğindeki isyancıların Konya üzerine yürümesiyle devâm etmiş; fakat bu grup da Kırşehir yakınlarında imhâ edilmiştir. Bu isyanla başlayan dinî – tasavvufî hareket A. Y. Ocak’ın belirttiği gibi, Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa ve diğer halîfeler vâsıtasıyla Anadolu’da yayılarak Osmanlı kuruluş döneminin önemli unsurlarından Rum abdallarının ve Bektâşîliğin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ayrıca bilindiği üzere bu isyânı bastırmakta müşkilâta düşen devletin vaziyeti, Anadolu’nun eşiğinde bu olayları dikkatle tarassut eden Moğol fâtihlerinin ülkeyi işgâl etmelerinin ve yaklaşık bir asır sürecek bir kaynama döneminin yolunu açmıştır. Bu dönemin istikrarlı bir siyâsî birliğe dönüşerek kapanması, Osmanlı gücünün tüm ülkeye hâkim olacağı ve tavâif-i mülûk manzarasının sonlanacağı 15 – 16. asırlarda mümkün olacaktır.
İşte Âşık Paşa Anadolu Türk târihinin çok önemli bir figürü olan Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa’nın oğludur. Anadolu târihinin bu dağdağalı dönemi, Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi tarafından kaleme alınan Menâkıbû’l-kudsiyye… adlı eserde anlatılmıştır. Böylece bu târihi yapan âile, aynı târihin elimizdeki tek kaynağını da ortaya koyarak târih yazıcılığımıza katkı sunmuştur. Diğer yandan Osmanlı târih yazıcılığının ünlü ismi Âşıkpaşaoğlu da Elvan Çelebi’nin kardeşi Selman’ın torunudur. Onun eseri de Osmanlı tarihçiliğinin ilk standart örneği olarak parlamaktadır.
Böyle mühim halef ve seleflerin tam ortasındaki isim olan Âşık Paşa, Kırşehir civarındaki Arapkir’de dünyâya gelmiştir. Kaynaklara göre babası Muhlis Paşa isyandan yedi yıl sonra Mısır’a gitmiş, orada K. Yavuz’dan öğrendiğimize göre Melik Zâhir’in teveccühünü ve pek çok âlimin hayranlığını kazandıktan sonra yedi yıl kaldığı Mısır’dan Anadolu’ya dönerek 1273’te Konya’yı ele geçirmiş ve kısa süreli hâkimiyetini Karamanoğulları’na devrederek ömrünün son yıllarını Arapkir’de geçirmiştir. Muhlis Paşa’nın, Baba İlyas’ın halîfelerinden Şeyh Osman’ın Kırşehir’deki zâviyesinde bıraktığı vasiyete istinâden şeyhin adamları tarafından on dört yaşında Kırşehir’e getirilerek mezkûr şeyhten ders almış ve onun kızıyla evlendirilmiştir. Anadolu’nun karışık bir döneminde doğan, idârî sıkıntıların, dinî ve siyâsî çalkantıların hüküm sürdüğü bu çağda önemli bir ilim ve kültür merkezi olarak tebârüz eden Kırşehir’de çocukluk ve gençliğini geçirerek “Şeyhüm oldur şeyhüm ol / Andan açıldı bana bu doğru yol” dediği Hızır’dan ledünnî ilimleri öğrenmiş, ayrıca yine kendi ifâdesine göre Âşık adını da ondan almıştır: “Ol kıgırdı bana Âşık adını.” Elvan Çelebi Menâkıb’ında babasından da bahsederek onda velilerin yaşadığı hâllerin bulunduğunu söyleyip onu güzel yüzlü, çirkin işlere hiç bulaşmamış; Ebûbekir gibi sâdık, Ömer gibi âdil, Osman gibi hayâ sâhibi, Ali gibi cömert ve müşkilleri çözücü; Allah tarafından yolu tamamlanıp noksansız kılınan; kaza sözlü, kader yüzlü, kadir özlü, gibi ifâdelerle çokça methetmiştir.
Âşık Paşa, bir hânedânın çöküşü, bir diğerinin ise kuruluşuna denk gelen önemli bir târih kesitinde yaşamıştır. Onun, Osman Gâzi’nin istiklâlini îlân ettiği törende de bulunduğuna dâir menkıbevi bir bilgiyi de paylaşan K. Yavuz’un aktardığına göre, Kırşehir’in Osmanlı topraklarına katılmasında da büyük rolü olmuştur. Tabiî çok sonraları gerçekleşecek bu katılmada zaviyesinin yaydığı fikirlerin payı olmasından bahsediliyorsa bu anlaşılabilir; fakat Âşık Paşa’nın yaşadığı yıllarda şehir İlhanlı hâkimiyetindeydi ve 1336’da merkeze giden vergi geliri 57.000 dinardı. Ayrıca Âşık Paşa’nın, 1322’de adına sikke kesilip hutbe okutulan İlhanlı vâlisi Timurtaş’ın veziri olarak Mısır’a gittiğine dâir rivâyetler de o dönemdeki siyâsî irâdenin sâhiplerini işâret etmektedir. Bununla birlikte M. Kaplan’ın Âşık Paşa’nın Garibnâme adlı meşhur eserindeki birlik fikrini ele aldığı makalesinde, «Âşık Paşa, «vahdet» fikrine dinî ve tasavvufî mâna yanında, politik ve sosyal, hattâ pratik bir mâna da vermiştir. Âşık Paşa, eserinin birinci bölümünde insanların başarı, saadet ve hakikate «birlik» sayesinde ulaşabileceklerini örnekler vererek ortaya koymuştur. Âşık Paşa’nın «vahdet» fikrine vermiş olduğu bu mâna, âdeta Osmanlı Türklerinin kurmuş oldukları «cihan devleti»nin ideolojik ve metafizik temelini hazırlar.» ifâdelerinden ve onun, “devrin ideoloğu” olarak “çağına Mevlânâ ve Yunus Emre’den daha çok tesir” etmiş olmasını muhtemel görmesinden mânevî bir râbıta fikri çıkarılabilir; zîrâ Anadolu’daki siyâsî vahdetin de dil vahdetinin de esaslı kurucusu Osmanlılar olacaklardır. Eserinden, Kudüs’e de uğradığı anlaşılan bu Mısır seyâhatinden döndükten sonra Kırşehir’de vefât eden Âşık Paşa’nın, edebiyâtımıza geçen en önemli özelliği Türkçeciliği olarak bilinegelmiştir. Ö. Şenödeyici’den öğrendiğimize göre, Garibnâme’sinde yer alan, “Türk diline kimse bakmaz idi / Türklere hergiz gönül akmaz idi / Türk dahi bilmez idi bu dilleri / İnce yolu ol ulu menzilleri.” mısrâlarının aslında bir Türkçe övgüsü değil dönemin yaygın ilim ve sanat dilleri olan Arapça ve Farsça’nın övgüsü olduğunu ve Âşık Paşa’nın, bu dillerde ortaya konan incilerden mahrum kalan Türkleri aydınlatmak için eserini Türkçe kaleme almak zorunda kaldığını söylemeye çalıştığı bu satırları bir nevi özür beyânı olarak dizdiğini ifâde edenler de bulunmaktadır. Dolayısıyla Ö. Şenödeyici’ye göre “Âşık Paşa, Türkçe ve Türklük adına önemli bir eser ortaya koymuş, ancak Garibnâme’de Türkçe övgüsüne lafzen yer vermemiştir.” Ve söz konusu Türkçecilik, “akademik bir mit”tir.
Günümüze kadar 116 nüshası intikâl eden ve Batı Türkçesinin ilk hacimli telifi olarak 1330’da kaleme alınan 10.613 beyitten müteşekkil bu on bölümlük mesnevîsinde Âşık Paşa, dinî ve tasavvufî konularda Türkleri eğitmeyi amaçlamıştır. Onun için dil, hikmet ve mânâsıyla önemlidir ve herkes bu mânâları farklı vâsıtalarla öğrenebilir. Dilin amacı budur. O, eserinin Türkçe oluşuna bakıp mânâyı hor görmemelerini ister okuyucularından ve her dilin hakkı söyleyebileceğini ifâde eder. Bu anlamda evrensel bir dilci gibi düşünmektedir ve muâsırımızdır; fakat yine de Türk dilinin ifâde vâsıtalarıyla o bilinmez incileri açabileceğinin de farkındadır ve bu cephesiyle de millîdir. Âşık Paşa’nın, Fakr-nâme, Vasf-ı Hâl, Hikâye, Kimya Risâlesi, Elif-nâme gibi küçük eserleri de bulunmaktadır.
Harflerin ve sayıların kutsallığı görüşünü benimseyen ve onlara sembolik anlamlar atfederek yorumlamaya çalışan bâtınî bir düşünce olan Hurûfîliğe mensup mutasavvıf ve şâir. İran kaynakları Şiraz’da, Osmanlı kaynaklarından bâzıları ise Bağdat ve Diyarbakır’da, çağdaşı olan İbn Askalânî ise Tebriz’de doğduğunu belirtmiştir. Anadili Türkçe olan ve 16. asır Osmanlı tezkîre yazarı Âşık Çelebi’ye göre Türkmen aslından gelen Nesîmî, bâzı kaynaklara nazaran Hurûfîliğin kurucusu Fazlullah’ı Şirvan’da tanımıştır ve onun dâmâdıdır. Fazlullah’ın ölümünden sonra asıl şöhretine kavuşmuş olan Nesîmî, Anadolu’ya geldiğinde bu coğrafyada fikirleri için uygun bir vasat bulamayarak Halep’e gitmiştir. Burada o yıllarda Halep’e uğrayan Şeyh Bedreddin’le de görüşmüş olma ihtimâli bulunmaktadır.
Sonraki zamanlarda Dulkadıroğlu Ali Bey, Karakoyunlu hükümdârı Cihan Şah ve Fâtih Sultan Mehmed gibi beyler onun fikirlerinden etkilenmiş; fakat yaşadığı dönemde, ulûhiyet iddiâsı dolayısıyla Halep’in sünnî çevrelerinin tepkisini üzerine çekmiş ve hakkında çıkarılan bir fetvânın gereği, Memlûk Sultânı Melikü’l-Müeyyed’in (Şeyh el-Mahmûdî)onaylaması sonrasında saltanat nâibi Emir Yeşbek’in Nesîmî’nin boynunu vurup derisini yüzmesi sûretiyle yerine getirilmiştir. Vahdet-i vücutçuluğu, Allah’ın Âdem’de ve tüm insanlarda, bilhassa Fazlullah’ta tecelli ettiği düşüncesini, insan organlarının çeşitli sırları yüklendiğine dâir inançlarını, Kur’ân’ı şifrelerden mürekkep bir kutsal metin olarak gösteren tevillerini Türkçe şiirlerinde açıklıkla dile getirmesi Hurûfî düşüncesinin yayılmasında Fazlullah’tan daha etkili olmasını sağlamış ve pek çok menkıbeye konu olmuştur.
Nesîmî, Alevî – Bektâşîlerin yedi büyük şâirinden biri ve mazlum bir velî şehid olarak kabûl edilmektedir. O, aynı zamanda, Oğuz lehçesiyle oluşmaya başlayan klâsik ve âhenkli, coşkun ve lirik şiir dilinin kuruluşunda yeri olan ve sonraki Hurûfî meşrepli mutasavvıf şâirleri de etkilemiş önemli bir edebiyat târihi figürüdür de.
Adını Fenercilik sanatına nisbetle aldığı söylendiği gibi kimi kayıtlarda Horasan civârına kimi kaynaklarda da Yenişehir ile İnegöl taraflarına lokalize edilen yâhut Karaman veya Amasya köylerinden olduğu söylenen bir Fenâr’da doğmuş olması dolayısıyla bu lakabı alması daha muhtemeldir.
Osmanlıların kuruluş ve Timur gâilesiyle bir iç harbe düçâr olduğu felâketli bir dönemde yaşayan Molla Fenârî Osmanlı geleneğine nazaran ilk Osmanlı şeyhülislâmı olarak kabûl edilmektedir. İznik’te ve Amasya’daki medreselerde dönemin ünlü isimlerinden dersler aldıktan sonra Kâhire’ye gitmiş, dönüşünde Çelebi Mehmed döneminde, kadı olarak tâyin edilmiştir. Daha sonra muhtelif defalar Mısır’a gidip gelmiş, bâzı kaynaklara göre bu dönüşlerde ticâretle uğraşmıştır. Onun tüm ulemâya mercî olarak şeyhülislâm tâyin edilmesinin (II.) Murad döneminde (1425) gerçekleştiği yazılmaktadır.
Zamânının en büyük bilginlerinden sayılan ve şer’î ilimlerde söz sâhibi olmakla berâber tasavvufî ve felsefî metinlerle de ünsiyet peydâ etmiş, M. Aşkar’a göre kuvvetli bir mantıkçı olarak, Aristo’yu Anadolu’nun İslâmî tefekkür dünyasına ve Osmanlı medresesine sokan da kendisi olmuştur. Hayatıyla ilgili ve belki de müteselsil tesirini ortaya koyan en ilginç örnek, öğrencilerinden Kâdızâde-i Rûmî’yi matematik ve astronomi tahsîl etmesi için Semerkand’a yollaması ve Kadızâde’nin orada Uluğ Bey’in himâyesinde büyük âlim Ali Kuşçu’yu yetiştirmesi ve bu mukaddes ilim halkasının son zinciri olan Kuşçu’nun büyük Fâtih’in şehrine çağrılmasıyla oluşan kutlu netîce ve berâberliklere sebep olmasıdır.
Aklî ilimlerde önde gelen bir âlim olarak felsefe ve mantık metodolojisi ile aynı zamanda tasavvuf yolunun da Osmanlı Anadolusu’ndaki en büyük ilk temsilcilerinden sayılan Molla Fenârî bu konuda en çok İbnü’l Arâbî’den ve onun öğrencisi Sadreddin Konevî’den etkilenmiştir. Yine Aşkar’a göre Osmanlılar’da Davud-ı Kayserî’den sonra bu yolun tanınıp benimsenmesindeki en büyük rol de Fenârî’ye âittir. O aynı zamanda Fahreddin Râzî, Saadettin Taftazânî gibi isimlerin de Osmanlı eğitim sistemi içine girmesini sağlamıştır. T. Görgün’ün ifâdesiyle “Molla Fenârî’nin kendisinden önceki entelektüel birikimden yararlanma hususunda kapsayıcı bir bakış açısına sahip olması, farklı ya da çatışan düşünce geleneklerini birbiriyle uyuşacak tarzda yeniden ele alabilmesini sağlamış ve daha yüksek bir düzeyde gerçekleştirilecek bir sentezi düşünürün asıl gayesi haline getirmiştir. Din ilimleri olarak fıkıh ve kelâm, felsefî analiz ve teorik kanıtlama yöntemi olarak mantık, vahdet-i vücûd metafiziği olarak tasavvuf bu düşünce sisteminde dinî ve aklî meşruiyet sorunu yaşamadan bir arada bulunmaktadır. Bu yaklaşımıyla Fenârî kendisinden sonraki Osmanlı düşünce ve ilim hayatına yön vermiş şahsiyetlerden biridir.” Ayrıca asırlarca Osmanlı medreselerinde okutulacak eserler telif etmiş olması, kültür ve düşünce târihimizdeki ağırlığı hakkında bir fikir verebilir.
Kendi verdiği isimle Vesîletü’n-necât, halk arasında meşhur olan adıyla Mevlid’in yazarı olan Osmanlı müellifi, şâir. Çelebi olarak adlandırılmasından âlim ve ârif bir kişi olduğunu anladığımız Süleyman Çelebi Bursa’da doğmuştur. Bir Mevlid nüshasında yer alan kayıtta bu eserin şâir 60 yaşındayken yazıldığı bilgisi yer aldığından ve eserin bitiş târihinin de bilindiği hesaba katılarak (H. 812) doğum yılı kesinlik kazanmaktadır.
Kendisi hakkında bir doktora tezi hazırlayan N. Pekolcay’a göre kaynaklarda Çelebi’nin, Orhan Gâzi’nin sevgisini kazanmış, aynı zamanda silâh arkadaşlarından olan ve yine aynı Osmanoğlu Beyi tarafından İznik’te adına bir medrese kurulan, Muhyiddin Arabî’nin Füsûsü’l-hikem’inin şârihi ve bir rivâyete nazaran Osman Gâzi’nin de kayınbirâderi bilinen Şeyh Mahmud’un torunu olduğu belirtilmiştir.
Süleyman Çelebi bir süre kahraman Osmanoğullarından Sultan Yıldırım Bâyezid’in Dîvân-ı Hümâyun imamı olarak görev yapmış, daha sonra da Emir Buhârî’nin tavsiyesiyle, inşâsı 1400’de tamamlanan Ulu Cami’nin imamlığına getirilmiştir. Kimi kaynaklar kendisini Yıldırım Bâyezid’in oğlu Süleyman Çelebi’nin musâhibi saysa da yine Pekolcay’a göre, Timur gâilesiyle patlayacak Osmanlı iç savaşının bu tâlihsiz şehzâdesi, ömrünün uzun bir dönemini Bursa dışında geçirdiği için bu mümkün görünmemektedir.
Yazdığı Mevlid’iyle Peygamberimizi doğumundan irtihâline kadar mesnevî tarzında ve remel bahrinde tebcil eden Süleyman Çelebi milletimizin en çok bildiği ve okuduğu, yalın ve temiz Türkçesiyle asırlar boyu Osmanlı Türklerinin gönüllerini dilhûn eden ve onların torunlarını da aynı şekilde teshîr etmeyi sürdüren bir edebî anıt kurduğu gibi, dinî bir gelenek ve ihtifâlin de doğmasına yol açmıştır. Milletimiz Peygamberin velâdetinin yıldönümlerinde, çeşitli dinî törenlerde, ölümlerde, doğumlarda, hayırlı işlerin başında Kur’an’la berâber onun şiirini de dinlemekte ve bu millî estetik asırlardır yaşatılmaktadır. Devlet katında mevlid kutlamaları pek çok tafsîlât ve teşrîfatla gerçekleştirilmiş, 1910’dan îtibâren mevlid bir bayram olarak kânunlaşmıştır. Diğer yandan Türk milletinin yüce Peygamberinin doğumunu Erbil Atabeyi Muzafferü’d-din Kökböri’den bu yana kutladığı da unutulmamalıdır.
Süleyman Çelebi’nin, ölümsüz eserini yazmasını sağlayan motivasyona dâir bilinen rivâyet şöyledir: Bâtınî meşrepli İranlı bir vâiz Ulu Cami’de vaaz verirken Bakara sûresinin 285’inci âyetine atıf yaparak peygamberlerin arasında fark bulunmadığını, Hz. Peygamberin Hz. İsa’dan üstün tutulamayacağını söyleyince cemaatten bir Arap buna îtirâz edip kendisini aynı sûrenin 253. âyetinde peygamberlerden bir kısmının diğerlerinden faziletli kılındığına dâir ifâdelerle ilzâm etmiş; halkın vâizin tarafını tutmasıyla mesele büyümüştü. İşte bu hâdiseye çok üzülüp galeyâna gelerek “Ölmeyüp İsâ göğe bulduğu yol / Ümmetinden olmagiçün idi ol” beytiyle eserine başlayan Süleyman Çelebi daha sonra onu tamamlamıştır.
Büyük ve millî hizmetiyle Tanrı’nın mağfiret iklimine girmiş olmasını dilediğimiz bu hisli Türk şâiri imamlığını yaptığı Ulu Cami’ye defnedilmiş, 1950’lerdeki yol genişletme çalışmaları sebebiyle naaşı Çekirge Yolu üzerinde yer alan bugünkü türbesine nakledilmiştir. Onu şüphesiz ilk Osmanlı pâyitahtı Bursa’nın ve bütün Türk milletin mânevî ulularından saymak ve hâtırâsını tâzim etmek bir millî ve dinî vazifedir.
İstanbul fâtihi “Büyük Türk” Sultan (II.) Mehmed’in hocası, feth-i mübînin mânevî mimârı mutasavvıf, tabib. Akşeyh olarak da bilinen Akşemseddin, soyu Hz. Ebûbekir’e çıkan Şehâbeddin Sühreverdî’nin torunlarından Şeyh Hamza’nın oğlu olarak Şam’da doğmuştur. Yedi yaşı civârında babasıyla Anadolu’ya gelerek Amasya’da dinî tahsil gördükten sonra Osmancık medresesinde müderris olmuş, hakkında anlatılan rivâyetlere göre kendisine bir mürşid aramak üzere 25 yaşlarında İran ve Mâverâünnehir’e bir yolculuk yapmış; fakat emeline ulaşamamıştır. Anadolu’ya dönünce Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisâb eden ve ondan hilâfet alan Akşeyh, daha sonra Beypazarı’na, İskilip’teki Evlek köyüne ve son olarak Göynük’e yerleşip Hacı Bayram’ın vefâtıyla irşad makamına geçmiştir.
Şeyhi Hacı Bayram’ın (II.) Murad’la kurduğu devletli/tâlihli temâs, kendisinin mürşid, Murad oğlu Mehmed’in de Osmanlı pâdişâhı olmasıyla bu kanaldan devâm etmiş, hatta Akşemseddin Edirne ziyaretlerinden birinde Mehmed’in kızlarından birinin hastalığını sağaltarak taltif görmüştür. Sultan Mehmed’in Edirne’den en kutlu çıkışı ve İstanbul’a müteveccihen yürüyüşe geçmesiyle Akşeyh de pek çok şöhretli şeyh ve kendisine intisâb etmiş yüzlerce müridiyle ona katıldı. 53 günlük İstanbul kuşatmasının buhranlı anlarında pâdişâhı ye’se düşmekten ve ümitsizliğe kapılmaktan verdiği mânevî destek ve öğütleriyle kurtaran, İstanbul kuşatmalarının büyük şehîdi Ebû Eyyûb el Ensârî’nin merkadini keşfederek ordunun mâneviyâtının artmasını sağlayan ve İstanbul’a Türk sancağının dikilmesinde çok büyük payı olan Akşemseddin, rivâyete göre fetihten sonra ona bağlanıp tarîkat ahkâmını öğrenmek isteyen pâdişâha sözünü geçiremeyince, buna engel olmak için, Göynük’e döndü ve hayâtının son yıllarını burada geçirdi. Şüphesiz bu, kafasında evrensel bir hükümdarlık fikrinin tohumlarını taşıyan Sultan Mehmed’in asla düşünmeyeceği bir çılgınlıktı ve muhtemelen menkıbe yazarları tarafından şeyhin mânevî kudretini göstermek maksadıyla uydurulmuştur.
Kaynaklarda bir tarîkat önderi olmak dışında devrinin önemli hekimlerinden bilindiği de aktarılan Akşemseddin, Mâidetü’l-hayât adlı eserinde, Venedikli hekim Girolamo Fracastoro’dan neredeyse bir asır önce mikrobu keşfederek hastalıkların bu yolla bulaştığını öne sürmüştür. Bu, kendisine aynı zamanda ilim târihimizde de önemli bir mevki verecek muazzam bir keşiftir.